Öncelikle bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk olarak sizi okur yönünüzle tanımak isteriz. Kitaplarla nasıl tanıştınız acaba?
Kitaplarla bir kütüphane-evin içine doğarak tanıştım. Annemle babam sosyolog, yazar, TİP üyesi iki toplumcu, sosyalistti. Babam evden kaçıp okumaya gelmiş İstanbul’a, Sahaflar Çarşısı’nda, Elif Kitabevi’nde çalışmış. Annem de şiir yazarken babamın sınıfta kitap okumasına kapılmış, gitmiş, kaçıp evlenmişler, sonra hep ev değil, kütüphane kurmuşlar kendilerine. Yunus Nadi Araştırma Ödülü, Orhan Kemal Öykü Ödülü sahibi insanlar. Sabah akşam kitaptı, başka insanların zor hayatlarıydı hayatımız. Tabii böyle bir hayatta erkenden, yarım asırda göçüp gittiler, ama kitap yüzünden midir bilemem.
Sizi en çok etkileyen yazarlar kimlerdir?
Çok fazla okumanın zararlarından biri bir yerden sonra etkinin kaynağının bilinemez hâle gelmesi. Ama düşününce, sanırım beni şairler etkiledi daha çok – o yüzden önce şair oldum. Orhan Kemal’in Hanımın Çiftliği, Ümit Kaftancıoğlu’nun Köroğlu Kolları, Pertev Naili Boratav’ın, Eflatun Cem Güney’in masalları, Aziz Nesin’in Hoptirinam’ı, Yaşar Kemal’in Yer Demir’i, İnce Memed’i, Tarık Dursun K.’nın Denizin Kanı, Ahmet Mithat’ın Eflatun Bey’i, Cevdet Kudret’in Hacivat ile Karagözleri… böyle sıralar giderim, oradan Auster, Calvino, Perec’e varıp oradan da Heinlein, Asimov, K. Dick, Le Guin, Lem, Douglas Adams, Tolkien diye devam ederim. Lise yıllarımda bulduğum, seksenlerde kendi kendime bulduğum Hobbit (o sırada İngiliz Kütüphanesinde bolca Dick Francis okuyordum) beni altüst etmişti. Türkçeye çevirisine bir katkım olmasından gururluyum. Ballard’ı, William Gibson ile Bruce Sterling’in Mirrorshades antolojisini de unutmamam lazım. Niyeyse Sterling’e daha çok yakınlık duydum, onu daha yakından takip ettim sonra da.
Okur kimliğiniz size hayata dair neler kattı?
Yalnız bir insan oldum, doğru davranmayı, iyi kitaplardaki gibi hareket etmeyi önemli buldum. Anlaşabildiğim insanların sayısı azaldı. Okumak zor bir yaşam biçimi. Bağımlısı olmamak lazım.
Bilimkurgu edebiyatı hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Sizce bilimkurgu eserleri veren müelliflerin gündelik yaşamla kurduğu ilişki ana akımda kalem oynatan meslektaşlarına göre farklı mı?
Bilimkurguya, fantastik edebiyata tutkum masallarla başladı, bir daha da kesilmedi. Fakat bu alandaki ilk çıkışımı yaptığım yıllarda kendi tarzımı postmodern bir tarzda kurdum. Doğu-Batı sorunu doksanların başında düşüncemin merkezinde duruyordu. Boşvermişler adlı minimalist bilimkurgu üçlemesini bunun çevresinde geliştirdim. Bizde bir bilimkurgu edebiyatının, tür olarak piyasası olan bir edebiyatın asla ortaya çıkamayacağı, ancak bu tür ürünlerin Batılı gelişmiş edebiyat piyasalarına girerek var olabileceği, mesela İngilizce yazılıp ABD’de basılırsa var olabileceği belliydi. Bugün diğer türlerde bile durumumuz ortada – edebiyatta türler belirginleşmiş değil, eserlerin yayılacağı kitapçı ve kütüphane ağı, okur profili bile oturmuş değil. Buna yanıt olarak, minimalist, deneysel bir sosyo-bilimkurgu tarzı tasarladım. Olay akışının değil fikrin merkezde olduğu bir tarz. O üçlemeden beri az öz yazıyorum.
Bilimkurgu yazarının diğer tür yazarlarından ister istemez farklı olduğunu söyleyebilirim – çünkü yaptığınız şey bilim edebiyatı, bilim okudukça onun olasılıkları üzerine düşünerek yapıyorsunuz bu edebiyatı. Bilimsel durumlar, gelişmeler yazar için de okur için de belirleyici hâle geliyor. Örneğin bizde Asimov, Pohl, Clarke gibi yazarlar çıksaydı, bunun piyasası oluşabilseydi çok harika bir şey olurdu – ama teknik bilimlerde, doğa bilimlerinde büyük araştırmalarımız olmadığı, olanlar da hayatı dönüştürmediği için böyle bir şey yaşamadık. Popüler bilim kitaplarını bile… neyse, karanlık tarafa geçmeyeyim.
Çalışmalarınızla en yetkin Rusça çevirmenlerden biri olarak gösteriliyorsunuz. Bugüne dek Dostoyevski ve Tolstoy gibi klasik yazarların yanı sıra Kim Stanley Robinson ve Çapek gibi bilimkurgu yapıtlarıyla bilinen isimlerin eserlerini de Türkçeye kazandırdınız. Çevirmen olmaya nasıl karar verdiniz?
Yazar olarak kendi edebiyatımdan, kendimden emin olduktan sonra, geçimimi edebiyat metinleriyle değil çevirileriyle kazanabileceğimi kavrayınca karar verdim. Aileden zengin olmadığım için, iş hayatında becerikli de olmadığım için, reklam şirketleri gibi yerlerde çalışmayı da uygun bulmadığım için, sevdiğim kitaplarla vakit geçirebilmek için çevirmenliği seçtim. Editörlüğe ısınamadım, yayınevi sahiplerinin bir temsilcisi olmayı başaramadım. Çevirmenlik kurabildiğim bir ilişki türü. Şimdi kendi yayınevim de var, kendimle bile geçinemiyorum. Çevirmenlikte sevdiğim eserler, konular üzerinde çalışma, işimi seçme fırsatı buldum. İki dilden de çevirilerim var, dilden çok çeviri eyleminin kendisine odaklanıyorum. Açıkçası, çeviribilimi yeni sosyoloji olarak görüyorum. Çevirinin, çeviribilimin günlük hayatla içiçe kavranması için çok çaba harcadım. Diğer yandan Rusçada hem editörlük hem çevirmenlikle hem de yazarlık ve yayıncılıkla, son yirmi yılda yeni bir kanal açmış olmakla övünebilirim doğrusu.
Sizce bir eseri farklı bir dile aktarmanın başlıca sorunları nelerdir? Çeviri yeniden yazımdır, teziyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Başlıca sorun aktarımın tekrarlanabilir olması. Tekrarlanabilir olan bir şey asla sorunsuz görülmez, onu tekrarlamak için onda bir sorun saptanır. Aslında çeviriden önce eser bir yeniden yazımdır, ama bu durumu pek dikkate almayız. Yazılan her eser eski, önceki bir eserin tekrarını, değiştirilmesini, yanlış ya da eksik ya da fazla aktarımını, yazımını içerir. Aslında bunu günümüz kültüründe çok parlak şekilde görüyoruz: bir film seyrediyoruz, ertesi gün yeniden bir film seyretmek istiyoruz, bıraksalar her gün seyrederiz, yeter ki yenisi yapılsın. Bu da özgün olmayan, öncekilerden türemiş bir sürü eser demektir, bizim zevkimiz de bu türemeler, aktarmalar içinde oluşur. Dolayısıyla, her yazı yeniden yazımdır, her eser yeniden üretimdir; çeviri de yeniden üretimdir. Ama burada oran önemlidir. Gerçekçi, asla sadık olması gereken (mesela işçilerin hayatını anlatan, bir maden ocağı çalışanlarını anlatan) bir filmdeki, bir tablodaki manzarada abartı, değiştirme, yorum görürseniz rahatsız olursunuz; sözkonusu bir bilimkurgu hikayesiyse çevirmenin yaratıcı olmasını, ortamı yazarın yarattığı gibi yaratabilmesini beklersiniz. Kısacası, bir denklik, bir denklem kurmak gerekir aktarırken.
Çeviride “olmazsa olmazım” diyebileceğiniz kurallarınız var mı? Varsa söz etmek ister misiniz?
Var, ama başka bir söyleşide, çevirmen söyleşisinde açıklayayım.
Şayet varsa favori çeviriniz/çevirileriniz nelerdir?
Şiir çevirilerinden anabileceklerim var – Özdemir İnce’nin Ritsos, Kavafis, Seferis, Erdoğan Alkan’ın Rimbaud ve Verlaine, Sait Maden’in Aragon, Adnan Özer’in Lorca çevirileri beni, deyim yerindeyse, yarattı. Çevirmen dediğimiz şiir okumalı yetişirken, anadilindeki şiir dilini bilmeli – anadilini iyi dilmeli sözünün en kesin anlamı bu, başka bir şey değil. (Şu sıralar inancım bu.) Ama başkalarından değil de, kendi yaptıklarım arasında en çok sevdiğim çevirilerimi soruyorsanız, Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu, Belıy’ın Glossolalia’sını, Petersburg’unu, Çapek’in Semenderlerle Savaş’ını, Lethem’in Öksüz Brooklyn’ini, Sanat ve Kuram’ı, Oblomov’u… özel bir şekilde seviyorum.
Çevirilerinizin yanında kendi yazdığınız eserler de mevcut. Bilhassa İBB’nin yayımladığı İstanbul Öyküleri serisinin üçüncü kitabında çıkan “Tercüme Makinesi” adlı öykünüz dikkat çekici. Genel hatlarıyla değinmek gerekirse neler söyleyebilirsiniz?
Aslında yazdıklarımın yanında çevirdiklerim mevcut, çünkü önce yazdım, sonra çevirmeye başladım. Çevirinin bilimkurgusunu da aslında doksanlardan beri yazıyorum. En azından çeviri sorunsalı yazdıklarımın içinde bir düşünce konusu olarak yer alıyor. Son yıllarda yazdığım öykülerdeyse doğrudan çevirmen, çeviriyle uğraşan kahramanları konu almaya başladım. İstanbul 2099 adlı derlemedeki “Bergamavi”, Güçoburlar adlı derlemedeki “Darbe” öykülerinde de çeviri teması yer alıyordu.
“Tercüme Makinesi” uzun zamandır üzerine düşünüp durduğum Hilmi Ziya Ülken üzerine bir öykü, onun kişiliği, kırklı yıllarda matematikle, felsefeyle uğraşması, çeviri tarihimiz üzerine ilk kitabı yazması benim önemsediğim şeyler. Bu yüzden onu makine çevirisinin hayata geçtiği siberpank alternatif bir gelecekte, tercüme hamlesinin başında hayal etmek hoşuma gitti. Tuhaf bir şekilde, o dönemin çevirilerinde bakanlığın başında olmaktan başka bir rolü olmayan Hasan Âli Yücel’i övüyoruz, ama o dönemde büyük bir Çeviri Tarihi yazan, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü kitabını yazan Ülken’i yeterince övmüyoruz. Bu bir başlangıç olur umarım.
Aslında doksanlardan beri bekliyorum çevirinin bir gözlükle, bir hologramla gerçekleşeceği günleri, bunu hayal etmek zor değildi. Ama telefonla geleceğini hiç hayal bile etmemiştim. Diğer yandan beni bu konuya akademik düzlemde çeken Mehmet Şahin adlı çeviri teknolojisi uzmanı dostum oldu. Hatta öyküyü ona adamıştım, ama ithaf düştü yanlışlıkla. Bir süredir beraber makine çevirisine karşı insan çevirisinin, emeğinin geleceği ne olacak, onu nasıl koruyacağız sorusu çevresinde makaleler yazıyoruz, bilimkurgusal spekülasyonlarımı da o makalelere sıkıştırmaya çalışıyorum. En son “A call for a fair translatiosphere” adlı makalemiz yayımlandı.
Yazmakla ilgili herhangi bir metodunuz var mı? (Belirli saatlerde yazma ya da gündelik kelime hedefleri v.b.)
Yazmanın en temel koşulu, dediğiniz gibi, sabahla öğle arasında kesinlikle yazmak, her gün kesinlikle yazmak, belli bir kotayı doldurmaktır. Ben bir süredir çeviriyle makaleler arasında bir ritmi tutturuyorum, her gün masa başındayım demek bu. 1990’dan beri otuz yıldır durmaksızın yazıyorum, ama çeviri biraz fazla kapladı sanırım hayatımı.
Yeni dosya çalışmaları var mı? Varsa bahsetmek ister misiniz?
Müslüm Amcam adlı bir roman üzerinde çalışıyorum, bunun küçük bir kısmını Trendeki Yabancı dergisinde yayımlamıştım. Yetmişli yıllar için alternatif bir tarih romanı diyebilirim. Siberistan adlı eski bir kısa romanı elden geçiriyorum. Bir de bilimkurgu gençlik romanı gelişiyor. Martha Wells’in Katilbot serisi esinlendirdi bu romanı – onları Boşvermişler’e yakın buldum. Artık yaş kemale erdi, ölmeden şiirlerimle öykülerimi de derlersem iyi olacak sanırım.
Son olarak okurlarımıza söylemek yahut eklemek istediğiniz şey var mı?
Güçlü bir edebiyat geleneğimiz var, dünyayı altüst edecek bir edebiyat akımı, türünü çıkarabilecek gibi değiliz hâlâ, ama edebiyatımız kendine has bir zenginliğe sahip. Buna bilimkurgu ve fantastikle, oyunlar ve çizgi romanlarla katkıda bulunan sitelerin, platformların hakkını yeterince veremedik daha, bence. Yıllar önce Fantastik ve Bilimkurgu Derneği Fabisad’ı kurarken bile bu kadar zengin bir ortam beklemiyorduk sanırım. Bilimkurgu Kulübü gibi bir yayın mucizesini bunca zaman yürütmek kolay iş değil, sizi tebrik eder, teşekkür ederim.