Avatar diğer James Cameron filmlerinde olduğu gibi çekilmesi için büyük paralar harcanan bir film. Cameron filmi aslında 90’ların sonunda çekmek istemiş, ama teknolojinin yetersiz olduğu gerekçesiyle on yıllık bir gecikmeye uğramıştır. Filmin gösterime girmeden önce (her ne kadar üç boyutlu filmler nerdeyse 50 yıldır yaşamımıza ağır ağır girmeye başlamış olsa da) özellikle üç boyut konusunda bir devrim yaratacağı konusunda bolca reklam ve propaganda yapıldı. Filmi çekmek için özel üç boyutlu kameraların yapıldığı da belirtilenler arasındaydı. Film 3 Boyutlu Füsyon Kamera Sistemi kullanılarak çekilmiştir. Gerçek hayattaki madde ve insanların hareketleri bilgisayar ortamına işlenerek gerçekçilik sağlanmaya çalışılmıştır. Film üst düzey bir yapım olarak teknik anlamda kusursuz denilebilecek bir filmdir. Ancak 3 boyut konusunda beklenenleri karşılayamadığı da (bu biraz da beklentinin üst düzeyde tutulması sebebiyleydi) bugünden bakıldığında aşikar görünüyor.
Filmin müziklerini yapan James Horner daha önceden Alien ve Titanic‘in de müziklerini yapmıştı. Bu yüzden yönetmenle daha önce birlikte çalışmış olmaları işini de kolaylaştırmıştır. Ancak Horner bir röportajında Avatar’ın yaptığı en zor iş olduğunu belirtir. Filmin yapımında etnolojist müzisyenlerle de çalışılmıştır. Filmde yapılan konuşmalar için dilbilimciler Na’viler için özel bir dil meydana getirmiştir ve çekimlerinde Yeni Zelanda, Havai Tropik Ormanları, Los Angeles gibi farklı mekanlar kullanılmıştır. Bu da gerçekçiliği daha iyi sağlamıştır. Ancak filmdeki mekanlar oyun motorları kullanılarak yapılmıştır. Mesela filmin çekiminde, 1000 m2 bir bilgisayar çiftliği render almak için kullanılmıştır.
Metafizik Bir Doğa Anlayışı
Avatar bir askerin hayatını anlatır. Askerin kardeşi Avatar projesindedir, ama vakitsiz ölümü yöneticileri kara kara düşündürür. Onlar da kardeşine çok benzeyen Jake Sully‘yi bu göreve dahil ederler. Jake yürüyemeyen sakat bir eski askerdir. Bu görevi kabul edince bir anda Pandora (Pandora’nın kutusu bir kez açılınca felaketler art arda gelecektir) adlı gezegende bir başka canlının yerine geçerek ve onu kendine avatar yaparak yaşamaya başlar. Aslında görevi, Na’vi halkından birisi gibi görünmek, avatarı sayesinde bu halkı anlamak, onlar hakkında istihbarat toplayıp yöneticilere iletmektir. Zira bir tür hayat ağacı da olan ve yerlilerce kutsal kabul edilen ağacın altında çok değerli bir element vardır. Ancak kahramanımız bir süre sonra ikili oynayamaz, her iki tarafa da yaranamaz. Sonunda yerli halka yardım eder ve onların Amerikanlara karşı savaşında yardım edip zafer kazanmalarına yardımcı olur.
Cameron filmi çekerken küçükken okuduğu bilimkurgu kitaplarından etkilendiğini belirtir. Ayrıca Kurtlarla Dans gibi filmler de doğayla “derin ekolojik” bağlantıları öne sürdüğü için etkilendiği filmlerdendir. Yani Cameron bu filmle hiç değilse “doğayı” yüceltmek istemiştir. Ancak bu yüceltme doğaya yönelik bir sevgi, saygıdan çok onun metafizik bir seviyeye çıkartılmasına yönelmiştir. Böylece Doğa ile ilişki “öteki” ile kurulan ilişkinin bir başka biçimine dönüşür. Kahraman için hayat ağacı “hep oradadır” ama varlığını yabancı bir halkın ona duyduğu saygıyla gösterir. Doğaya dönük farkındalık bu yüzden bir maske ile, bedensel bir dönüşümle mümkün olur, hayat ağacının gizemi kendisini metamorfozla dönüşüm geçirildiği için açığa çıkarır. Bu yüzden Avatar için Doğa, kendi biricikliğini özel ritüellerle açığa çıkartır, ona onun diliyle, talep ettiği iletişimle temas etmediğinizde, Stanislaw Lem’in Solaris gezegenindeki varlık gibi öteki yıkıcı gücün deneme tahtası ve nesnesi oluverir.
Amerika’nın Irak İşgali ve Na’viler
Film her ne kadar bir başka zamanı ve gezegeni ele almış olsa da, yoğun biçimde bugünün gerçeklerini ve ABD’nin Irak işgaline gönderme yapar. Ağaçların yanıp kül olduğu kısımlar ise daha çok napalm bombasını ve Vietnam’ı hatırlatır niteliktedir. Amerikanların da Irak’a yine önemli bir kaynak olan petrol için girdiği düşüncesi ve pervasızca ülkeyi işgal edip milyonlarca insanın ölümüne yol açması ve bunun filmle kurulan paralelliği filme “komünist” damgasını bile yedirtmiştir. Cameron filmin Anti-Amerikan görünmesinden rahatsızlık duyar. Daha insancıl tepkileri dile getirdiğini söyler. Zaten daha önce Terminatör, Alien, Rambo gibi filmler çeken bir yönetmeni komünist filmler çekmekle suçlamak biraz anlamsızdır, ama filmin savaşa karşı Amerika’daki liberal tepkileri yansıttığı da açıktır.
Zira film sonunda şiddetin anlamsızlığını vurgular. Ne kadar büyük bir teknolojik avantaj sağlanırsa sağlansın, son kertede doğa ve ulvi gerçekler ve inanç, teknoloji karşısında yenilmiş, işgal başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Dünyalıların Na’vileri yeniden bir işgal harekatına kalkışıp kalkışmayacağı filmde belli değildir, ancak en azından Na’viler “ilk zaferi” kazanmıştır.
Yerliler Adına Konuşan Yabancı
Filmde yerlilerin zaferi önemli görünse de film özünde oryantalist bakış açısını korur. Zira yerlilere teknolojik üstünlük karşısında taktikler veren, bir yönüyle onlara kurtarıcılık ve Mesihlik yapan yine bir dünyalıdır. Hatta bu dünyalı beklentileri karşılanmayan, umutsuz bir dünyalıdır. O “eksiktir”. Eksikliğini avatarın içinde özgürce hareket ederek yok eder. Kendi dünyasında alabildiğine tutsak olan Jake, avatarında özgürlüğüne kavuşur ve ilk yaptığı şey de koşmaktır. Yerlilerin kendi içlerinden bir önder vasıtasıyla değil de Jake, yani bir dünyalı vasıtasıyla “kurtarılması” aslında “Siz elimizden kurtulamazsınız, çünkü gerisiniz, sizi kurtarırsak ancak yine biz kurtarırız, teslim olun” demenin dolaylı yoludur. Yani filmde yerli halk işgal karşısında çaresiz olduğu gibi savaşırken de bir önderin ardına sığınır ve bu açıdan çaresizlikten kurtulamazlar. Bu yüzden film ilerici değildir zira yerlilerin “doğallaştırılmış” yetersizliği filmin temel aksiyonuna yön verir. Bu durum da doğal olarak “anlatılmayan” öteki hikayeyi varsayar öyle ya film eğer Amerikan politikasına karşıt bir duruş geliştirseydi bunu Jake’i “yerli gibi” değil, onların görünümünde bir avatar giydirerek değil, bir yerlinin isyanını merkeze alarak yapardı.
Filmde yerliler en iyi ihtimalle çaresizce ölür. Savaş Amerikanların kendi içindedir; onlardan biri (Jake) bir yönüyle ihanet etmiş karşı tarafa geçmiştir. Bu durum Jake’nin “vicdanının” kaldırmaması yüzündendir. Film Amerikanların kendi “liberal” ya da Neo-Con’cu askeri kanadı arasında bir çekişmeyi dile getirir. Şimdilik liberaller kazanmıştır, ancak gelecekte yeni bir işgalin olmayacağını kimse garanti edemez. Bu yüzden film “öteki”ye karşı oryantalist bakış açısını korur. Onun kendi başına bir iş yapamayacağını, yine Amerikanların eline muhtaç olduklarını ileri sürer. Aksiyonu egemen kültürü, egemen değerleri merkeze alarak inşa eder. Jake onlar “gibi” görünür ama aslında onlardan değildir, bu “mış” gibi bir davranıştır. Beyaz tenli, sarışın bir kuzeyli üzerine bir Arap elbisesi geçirince ne kadar Arap olursa, Avatar da o kadar Na’vidir.
Jake Na’viler Tarafına Geçmeseydi, Na’viler Kazanabilir miydi?
Avatar, özellikle çekildiği dönemdeki liberal rahatsızlıkların ve Irak İşgali‘nin getirdiği düş kırıklıklarının bir ifadesidir. Amerika’nın yeniden bir özgüven krizine girdiğinin belirtilerini taşır. Ulvi değerler karşısında pragmatizmin yenilgisini bize gösterir. Bilimin ve görece de olsa politikanın uzlaşma aradığı yerde askerin kayıtsızlığına ve otoritesine bir tepkidir. Ancak yine de biliriz ki Vietnam yenilgisi sonrası ABD gene böyle bir buhran içindeyken özgüvenini tazeleyip yeni maceralara yelken açmıştır. Güney Amerika’da, Asya’da, Orta Doğu’da bu maceralar milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Avatar son kertede ulvi değerleri kaynak göstererek barış işareti yapsa da, sonuçta “bizim adımıza” konuşmaya devam eder. Çelişkinin kendi içlerinde olduğunu söyler. Öyle ya, filmde eğer Jake Na’viler tarafına geçmeseydi Na’viler kazanabilir miydi? Güçsüz olanın kendini koruması, varlığını sürdürmesinin olanağı sadece egemen olanın lütfuna ermekle mi mümkündür? Şüphesiz ki bu sorunun cevabını (Hollywood anlatı kalıpları sınırlarında) bilmek pek de mümkün değildir. Bunun sebebini olgusal gerekçelerde aramaya gerek yoktur. Çünkü böyle bir hikaye Hollywood tarafından anlatılamazdı; anlatıldığında da pek de Na’vilerin hikayesi olmuyor.
Avatar iktidarın merkezini sorgulamaz/sorgulayamaz. O en iyi ihtimalle bir “uzlaşma” önerir. Ulaşılacak çözüm gönülleri ferahlatacak bir şey olmalıdır. Bu olmazsa can acıtıcı gelişmeler de yaşanabilir. Ne yazık ki Batı merkezli sinema anlayışı ötekiyle empati kurduğunu iddia ettiğinde aslında ötekine “acımak”tadır, ona lütfetmek istemekte, içindeki karanlık tarafı bastırdığını yakarak ve yıkarak da olsa denetleyebildiğini göstermektedir. Durum böyle olunca, Na’viler için de Demokratların iktidarda kalması/gelmesini dilemekten başka çare de yoktur.