2018 yapımı bir bilimkurgu filmi olan Anon, kişisel gizliliğin kalmadığı, insanların yaşadıklarının, anılarının, gördüklerinin kayıtlarının devlete ve polisine açık olduğu bir zamanı anlatıyor. Film genel olarak ele aldığı konuya dar baksa ve esas hedefi ıskalasa da hem seyredilmeye, hem üzerine yazmaya, düşünmeye layık bir eser. Yani kesinlikle zamanınızı harcamış olmazsınız. Konuya girmeden önce yönetmene ve oyunculara değinelim… Andrew Niccol kariyerine “The Truman Show” gibi bir efsanenin yazarı olarak başlamış. (Gattaca yazarlığı ve yönetmenliği tarih olarak bir yıl öncesini gösterse de bu “The Truman Show”un gerçekleşme sürecinin daha uzun olmasındandır.) Senaryosu ile kapıları aşındırdığında onun bir film olmasını sağlayabilmiş ama yönetmenlik sorumluluğunu alamamış. Niccol’ün istikrarlı bir kariyeri yok, inişli çıkışlı. Gattaca gibi bilimkurgu türünü sevenlerinin beğenisini kazanan bir filmi de var, Simone, The Host gibi kötü işleri de. Sadece bilimkurgu eserleri yok, Steven Spielberg’in yönettiği “The Terminal”in öyküsü, Nicholas Cage’in oynadığı “Lord of War”ın senaryosu ve yönetmenliği ona ait.
Yönetmenin bilimkurguya ait işlerinde “Gattaca”, “In Time” ve son olarak “Anon”da belli bir estetik, atmosfer, mimari anlayışı var. Büyük binalar, minimal ve az eşyalı, keskin köşeler, duvarlar… Gelecek teknolojisini seyirciye algılayabileceği, esas derdi olan anlatmada sıkıntı yaratmayacak ölçüde basit kullanıyor. Çok ayrıntıya girmiyor. Retro, noir bilimkurgu anlayışı diyebiliriz. Anon’da baş rollerden birinde, daha önce “In Time” filminde de beraber çalıştığı Amanda Seyfried’i görüyoruz. Seyfried esmer haliyle de etkileyici bir güzelliği olduğunu bize gösteren bir beyin hacker’ı. Clive Owen ise geleceğin polisi. Kariyerinin ve oyunculuğunun zirvesi çok gerilerde kalmış. Bir aralar James Bond adaylarından biri olan Owen, yorulmuş ve rol yapmayı unutmuş gibi. Gerçi bu durumu filmde canlandırdığı karaktere uymuş. Hollywood’da rol yapmakta zorlanan oyuncuların eline bir içki bardağı ve sigara verirler. Bu filmde de Clive Owen’ı elinde sürekli içki bardağı ve sigara ile görüyoruz.
Filmin hikayesini –spoiler uyarısı- anlatarak eleştirmeye başlayalım.
Beynimiz Bir Kaledir…
Film insanların –ölülerin dahil- bütün yaşadıklarının kayıt altına alındığı bir geleceği anlatıyor. Anılarımız klasörler halinde, istediğimiz an onlara ulaşıyoruz, ama devlet, polis de ulaşıyor. Bu kaydı dosya olarak başkasına da gönderebiliyoruz. Polisin işi görünürde kolay; bir suç işlenirse tek yapılması gereken kayıtlara girmek… Sadece polis değil, sıradan insanlar da toplumsal yaşamda karşılaştıkları insanların bazı bilgilerini görebiliyor. Yani akıllı cep telefonunuzun beyninize takılı olduğunu, gözlerinizi ekran gibi kullanabildiğinizi düşünün. Birisi düşünerek arıyor veya bir hizmetin ücretini gözünüzle veriyorsunuz. En kusursuz sistem bile insan faktörünü hesap edemez. İşte bu sistemin kusuru veya açığı da bu kayıtları değiştirebilen, silebilen hacker’lar. İnsanlar bu hacker’ları geçmişlerinde kaydı olmaması gereken anılar için kullanıyor. Örneğin bir tablo sahtekârlığı, lezbiyen ilişki, uyuşturucu deneyimi, hırsızlık, evlilik dışı bir kaçamak gibi… Ama kayıtlarda kendini silebilen bir suçlu çıkıyor ortaya. İnsanların beynini hack’liyor, yakın mesafeden silahla alınlarından vuruyor. Sadece kendini görünmez kılmıyor, başka şeyler görmesini de sağlayabiliyor.
Dedektif Sal Frieland (Clive Owen) sistemde kendini görünmez kılabilen, daha da önemlisi hakkındaki bütün dosyaları silebilen bu seri katili yakalamaya çalışıyor. Geçmişinden bir kayıt silmesi gereken borsacı kimliğinde, ether’de mesaj duvarlarında hacker arıyor. Anon’dan (Anonimity, Anonymous) bir cevap alıyor; Amanda Seyfried’in oynadığı hacker’a ulaşıyor. Anon kullandığı algoritma sayesinde (işlemlerin ayrıntıları konusunda fazla bilgi yok) anıları, kayıtları silip, yeni görüntü yükleyebiliyor. Dedektifimizin kendisi bu katili yakalama sürecinde hedef haline geliyor. Katil hayatını cehenneme çeviriyor. Ölmüş oğluyla ilgili anılarını siliyor (Dedektifimizin karakteri bu açıdan Minority Report ile aynı: hatası sonucu oğlunu kaybetmiş, boşanmış polis. Belki de Andrew Niccol bu benzerliği iki film arasında bağın altını çizmek için bilinçli kullanmıştır.) bütün korkularını üzerine sürüyor, olmayan gerçeklik yaratıyor. Mesela yangın görüntüsü, yoğun trafiği boş gösterip kaza yapmasına neden olmak gibi…
Sonuçta dedektifimiz, katili beynine ve gözlerine “güvenmeyerek” alt ediyor.
Eksik Tablo…
Andrew Niccol böylesi bir konuyu distopya olarak işleyebilirdi ama olabildiğince yumuşak ele almış. Tamam, her şey denetim altında ama insan faktörü var diyerek işe başlamış. Daha filmin başında dedektifimiz kayıtları manipüle ederek bir hırsızı koruyor, daha sonra da hemen sistemi hack’leyen bir katil ile uğraşıyoruz. Ama ya bu teknoloji tamamen totaliter ve baskıcı bir rejimin elinde olsa ne olacaktı, o hacker’ı bu sefer kahraman olarak izleyecektik. Andrew Niccol bu açıdan ana damarı ıskalamış… Konuyu distopik olarak işlemek için ülkemizi ziyaret edip, buradaki atmosferi solumasına gerek yoktu, bütün dünyada distopya eserler çok satıyor, ilgi görüyor.
Başka bir eksik, öyle bir dünyadaki günlük yaşantıyı çok algılayamıyoruz. Yani özel hayatın kalmadığı, kişisel bilgilerin açık olduğu bir dünyada toplum nasıl şekillenirdi tadamıyoruz. Sistem eleştirisi yapılabilir. Bu da eksik kalmış. Polis şefi ölenler önemli değil, bu hacker’ı yakalayın ve yok edin diyor. Çünkü sistemin sağlam, kusursuz, güvenli görünmezi daha önemli. Katil varlığıyla devletin hakimiyetini sarsıyor, çünkü açıkları ve zayıflıkları var. Ama bunun da altı çok çizilmiyor. Andrew Niccol’de estetik bir takıntı var. Mekanlar temiz, lüks, karakterler, özellikle kadınlar belli bir çıtanın üzerinde, hatta fazla güzel. Distopik havayı renksizlikle vermeye çalışmış. Şehirdeki reklamlar bile siyah beyaz… Kullanılan tonlar gri, siyah, kahverengi.
Gelelim Gerçeklere…
Bu filmin korkutucu ihtimalleri konusundan daha önemli… Yani bu teknoloji yakın gelecekte totaliter bir rejimin eline geçerse ne olur? Hatta bu teknoloji demokratik bir rejimi de kolaylıkla diktatörlüğe evirebilecek bir çekim gücüne sahip. Günümüzde filmdeki teknolojinin ilkel hali var. Örnek verelim… Birkaç sene önce yılbaşı kutlamalarında, kalabalıkta bir silah ateşlendi ve biri öldü. Görüntü kaydı yoktu katili göstermiyordu. Polis şunu yaptı: Tam kurbanın vurulma anında etrafına on metrelik bir daire çizildi, o daire içindeki insanların telefonları tespit ve takip edilmeye başlandı. Bunlardan biri cinayet ile ilgili biriyle konuştu ve yakalandı. Diyelim ki on yıldır telefon taşıyorsunuz, istenirse on yıldır yaptığınız tüm hareket haritanız çıkarılabilir. Ayrıca deniliyor ki, taşıdığınız telefon kapalı olsa bile pili takılı olduğu müddetçe ortam dinlemesi yapabiliyordur. Bu konuda tam bilgim olmadığı için doğrudur demiyorum.
Başka neler var? İnternetteki bütün yaptıklarınız belki polisin elinde değil ama Google, Facebook elinde olabilir. Devletin de elinde olabilir. (Google’ın sesli arama özelliğinin sürekli dinleme yaptığı da söyleniyor.) Bu teknoloji insanları izlemeye de yarayabilir, suçluları yakalamaya da… Küçük bir kızın fidye için kaçırıldığını düşünün, deri altında çip veya telefonu varsa, ortadan kaybolduğu veya kaçırıldığı dakikalarda yanında hangi telefon numarasının olduğunun tespit edilmesi yeterli olacaktır. Akıllı cep telefonumuzun beynimize takıldığı gün bu filmdeki her şeyin olabileceği gündür. Beynimiz bizim kalemiz, son sığınak ama manipüle edilmesi o kadar kolay ki, reklam ve sinema sektörü bunun üzerine çalışabiliyor zaten. Hack’lenmesi de kolay.
Teknoloji gelecekte hem cenneti, hem cehennemi sunuyor. Son kalenin, yani beynimizin de düşmesine az kaldı.
Hazırlayan: Orkun Uçar