Kanadalı yönetmen James Cameron, okyanusların derinliklerine tutku ile bağlı olan bir isim. Terminator, Ailens, Titanic, Avatar gibi önemli yapımlara imza atan Cameron, 2012’de bu tutkusunu cesareti ile birleştirir ve Avustralyalı mühendisler tarafından yaratılan Deepsea Challenger adlı denizaltıya atlayıp dünyanın tabanı olarak adlandırılan Mariana Çukuru’na dalar. Cameron, Pasifik Okyanusu’nda bulunan ve yaklaşık on bir kilometre derinliğe sahip bu noktaya, son elli yılda ulaşan ilk insan olmayı başarır. Burada üç boyutlu kameralarla çekimler yapar ve bilim insanları için numuneler toplar. Cameron’ın bu büyük başarısı National Geographic tarafından da belgeselleştirilir.
İşte The Abyss (Derinlik Sarhoşluğu / Işığın Bittiği Yer, 1989), bu Jules Verne ruhlu yönetmen tarafından yazılıp yönetilmiş bir bilimkurgu filmidir. Dört dalda birden Oscar’a aday gösterilen film (En İyi Sanat Yönetimi-Dekor, En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Ses ve En İyi Görsel Efekt) En İyi Görsel Efekt dalında Oscar kazanmayı başarmıştır. Yüz kırk altı dakikalık film, gerçekten de 80’li yıllara göre büyüleyici görsel efektlere sahiptir.
İnsanoğlu hem gerçekte hem de bilimkurgu sinemasında dünya dışı yaşamı hep gökyüzünde aramıştır. Belki de onları farklı yerlerde aramanın zamanı gelmiştir. Belki de evrenin ötelerinde yaşayan dünya dışı varlıklar çoktan dünyamıza gelmişler ve kendi gezegenimizde hala tam anlamıyla keşfedemediğimiz bir yerde yaşamaya başlamışlardır. Bu yer elbette okyanuslardır. Cameron’ın filmi The Abyss, işte böyle bir konuyu ele almakta.
USS Montana isimli Amerikan nükleer denizaltısı, içindeki yüz elli altı kişilik mürettebatıyla birlikte gizemli bir şekilde batar. Soğuk Savaş’ın sürdüğü bir dönemde Rusların ilk şüpheli olarak görülmesi şaşırtıcı olmaz. Donanma bir an önce harekete geçmek ister, ancak yaklaşan fırtına ellerini kollarını bağlamaktadır. Donanma çareyi bir petrol çıkarma şirketiyle anlaşıp, onların araçlarını ve adamlarını kullanmakta bulur. Şirket çalışanları, başta bu işe sıcak bakmazlar, ancak kendilerine ücretlerinin üç mislinin ödeneceğini öğrendiklerinde ikna olurlar.
Elbette şirket çalışanları bu işte yalnız olmayacaklardır. Bu zorlu görevde onlara donanmanın gönderdiği askerler de eşlik edecektir. Bu askerler testlerden geçip, okyanusun derinliklerinde çalışabileceklerini kanıtlamış kişilerdir. Yine de emir komuta zincirinin tepesindeki isim, yani Lt. Hiram Coffey (Michael Biehn) görevin ağırlığını kaldıramayıp psikolojik olarak dibe vurur. Bunda yukarısı ile iletişimin kesilmesi de etkili olur. Bu sırada batık denizaltıyı inceleyen ekip, burada dünya dışından gelen canlılarla karşılaşır. Bu keşif Virgil ‘Bud’ Brigman (Ed Harris) ve eşi Lindsey Brigman (Mary Elizabeth Mastrantonio) başta olmak üzere tüm ekibi büyüler. Ancak paranoyaya kapılan Coffey, denizaltıdan çıkardığı savaş başlığını, Ruslardan önce uzaylıların üzerinde kullanmaya karar verir. Elbette bunun için, ilk önce Bud ve adamlarını etkisiz hale getirmesi gerekecektir.
Küçük denizaltılarda ve okyanus tabanındaki platformda geçen The Abyss, klostrofobisi olanların izlemekte zorlanacağı türden bir film. Özellikle de yaşanan kazalar sonrasında insanların küçücük alanlarda hayatta kalma savaşı verdiği sahneler nefes almanızı güçleştirecek türden.
Film, görsel efektleriyle büyülerken anlamlı bir mesaj vermeyi de ihmal etmiyor. Dünya dışı bir yaşam formuyla karşılaşmamız evrende yalnız olmadığımızı, aklımıza estiği gibi davranamayacağımızı ve gezegenimizin yalnızca bize ait olmadığını gözler önüne seriyor. Film bize boş yere savaşıp durduğumuzu ve yaşadığımız gezegeni küçücük hırslarımızdan dolayı nasıl da yok etmenin eşiğine geldiğimizi bir kez daha hatırlatıyor. Özellikle de Ruslar ve Amerikalılar birbirini bir kaşık suda boğmaya uğraşırken, uzaylıların insanlığa elini uzatması izleyiciyi etkiliyor. (Elbette filmden çıkarılan bir sahnede, uzaylılar, gezegene yaptıklarımızdan dolayı sonumuzu getirmeye de karar vermiyor değil. Ama Bud’ın karısına olan sevgisini ve yaptığı fedakârlığı hissedince bundan vazgeçiyorlar. Kısacası bize bir şans daha veriyorlar. Bunu ne kadar hak ettiğimiz başka bir yazının konusu olsun.)
Filmin bir diğer özelliği ise bir kitaba ilham olması. Genelde filmler kitaplardan uyarlanır ama burada durum farklı. Daha çok Ender Serisi ile tanınan yazar Orson Scott Card, Cameron ile yaptığı tartışmaların ardından senaryoya dayanan bir roman kaleme alıyor. Romanda karakterlerin derinliklerine inip, filmde neden böyle davrandıklarına da ışık tutuyor. Romanda uzaylılar hakkında da daha derin bilgiler veriyor ve onların, galakside dolanıp farklı gezegenlerin okyanuslarında koloniler kuran ve uzay gemileri inşa eden bir tür olduğundan bahsediyor.
Dalgıçların hava yerine sıvı solumaları gibi bir konuya da el atan 1989 yapımı film, Jules Verne ruhlu Cameron’ın en iyilerinden ve kesinlikle izlenecekler listenizde olmayı hak ediyor.