Sleeper

Bir Woody Allen Bilimkurgusu: Sleeper

Sinemanın parlak beyinlerinden Woody Allen’ın hem yazıp hem oynayıp hem de yönettiği 1973 yapımı Sleeper (200 Yıl Sonra), çektiği matrak romantik komedilerle ve politik hicivleriyle tanınan Allen’ın ilk ve tek bilimkurgu filmi. Elbette Sleeper filmi de bir bilimkurgu olmasına rağmen Allen’ın her şeyle dalga geçen eleştirel üslubundan kaçamamış ve film fütüristik bir taşlamaya dönmüş. Aslında Woody Allen’ın, Sleeper’dan önce de bilimkurguya ucundan dokunduğu başka bir eseri mevcut: 1972’de yönettiği ve yedi ayrı öyküden oluşan “Everything You Always Wanted to Know About Sex (But Were Afraid to Ask)” – “Seks Hakkında Sormaya Korktuğunuz Ama Hep Öğrenmeyi İstediğiniz Her şey”.

Bu filmde yer verdiği iki öykü bilimkurgu bir içerik taşımakta. Bu öykülerden birinde, çatlak bir bilim insanının laboratuarından dev bir meme kaçmakta, diğerinde ise cinsel uyarılma esnasında insan vücudunda olan değişiklikler bir fabrikanın içinde geçiyormuşçasına canlandırılmaktaydı –penisi ayağa kaldırmak için işçiler çalışmakta, Allen atlamayı bekleyen beyaz giysili diğer paraşütçülerle beraber bir sperm hücresini oynuyordu-. Bunların dışında, yakın zamanda Woody Allen’ın çektiği bir başka film olan 2011 yapımı “Midnight In Paris” – “Paris’te Gece Yarısı” içinde zaman yolculuğu temasına yer vermesine rağmen, hem zaman yolculuğu bilimkurgudan ziyade fantastik bir bağlamda işlendiğinden hem de filmin ana konusunun bilimkurguyla hiç ilgisi olmamasından ötürü, Sleeper’ı halen Woody Allen filmografisindeki tek bilimkurgu olarak kabul edebiliriz.

Woody Allen’ın yönettiği dördüncü film olan Sleeper, 1973 yılında New York’un Greenwich kasabasında sağlıklı gıda dükkânı işleten Miles Monroe’nun (Woody Allen), basit bir mide ameliyatı için gittiği hastanede işlerin ters gitmesi sonucu dondurulup 200 yıl sonrasında, 2173 yılında yeniden hayata döndürülmesiyle başlıyor. Kroyojenik bir dondurulma ve çözülme derken, bu temanın işlendiği diğer filmlerde olduğu gibi özel efektlere rastlamıyoruz. Alüminyum folyoya sarılı Miles, sonradan yeraltındaki bir direniş örgütüne mensup olduklarını öğreneceğimiz erkek ve kadın iki bilim insanı tarafından folyolarının soyulması yoluyla uyandırılıyor. Bu durumu filmde Miles “Bir gün hastaneye mide operasyonu geçirmek için yatıyorum, uyandığımda Flash Gordon olarak kalkıyorum,” diyerek ifade ediyor. Bu bağlamda, film boyunca rastladığımız çeşitli bilimkurgu görsellerini de (toprakta kablolarla yetişen dev sebzeler ve meyveler, uçamayan arabalar, Cem Yılmaz’ın Gora filminde de rastladığımız eşcinsel robot vb.) Woody Allen’ın bilimkurgu türünün kendisine yönelttiği satirik bir mizah olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.

Bilim insanları Miles Monroe’yu, 2173 yılının dünyasında onu kimse tanımayacağı, çünkü hiçbir kimlik bilgisinin kayıtlı olmadığı gerekçesiyle kullanmak istemektedirler. 2173 yılında ABD bir polis devletine dönüşmüştür ve bir diktatör tarafından yönetilmektedir. Fakat yeraltında gizli bir örgüt bu rejime karşı mücadele etmektedir. Polislerin, Monroe’nun uyandırıldığı tesisi basması ile Monroe kaçar. Bilim insanlarının dediği üzere Batı’ya giderek, direnişin diğer üyeleriyle irtibat kurması ve Aires adlı gizli hükümet projesinin ne olduğunu öğrenmesi gerekmektedir. Monroe, kaçarken Domesticon adlı hizmetçi robot firmasının kamyonunda saklanır ve gizlenmek için o robotların kılığına bürünür. Kamyonun, Monroe’yu yeni ev robotunu sipariş veren Luna Schlosser (Diane Keaton) adlı bir şairin evine bırakmasıyla olaylar iyice karmaşık bir hâl alır.

Luna, üniversitede kozmetik, cinsellik teknikleri ve şiir bölümlerini bitirmiş ve oral seks alanında doktora yapmış bir kadındır. Burada kaldığı süre zarfında bir robot gibi davranarak kimliğini saklayan Monroe’nun gözünden, 2173 yılındaki insanların davranış kalıplarına şahit oluruz. Bütün işler robotlar tarafından yapıldığı için, o dönemin insanları bütün vakitlerini eğlenceyle, birbirlerine şiirler okumakla, seks yapmakla geçirmektedirler. Fakat bir ütopya gibi gözüken bu sahnelerin aslında insanlık medeniyetinin en sığ zamanlarına denk düştüğünü anlamakta gecikmeyiz. Eğlence olarak insanlar ellerinde bir küreyi gezdirmekte ve ona dokunan herkes narkotik bir uyuşturucunun etkisine girerek keyiflenmektedir. Birbirlerine okudukları şiirler vasatın da vasatı anlamsız cümlelerden oluşmaktadır.

Sekse gelince, 2173 yılında insanlar makine yardımı olmaksızın cinselliklerini yaşayamamaktadır. Bütün kadınlar frijit, bütün erkekler ise iktidarsızdır (Ataları İtalyan olan erkekler hariç). Bu yüzden her evde bulunan “Orgazmatron” adını verdikleri bir makineye beraber girerek ancak cinsel hazzı duyumsayabilmektedirler. Bu sahneleri, günümüzde de pek yaygın olan, robotların bütün işleri yapmasıyla insanların gelecekte refaha kavuşacağı öngörüsüne bir karşı cevap olarak düşünebiliriz. Doğru, robotların bütün emek gücünü üstlenmesi belki ileride maddi refahı getirecek ama acaba sanatın ve aşkın geleceği ne olacak? Yani, daha çok boş vaktimiz olması bu vakti ille de nitelikli bir şekilde dolduracağımız anlamına gelmiyor. Belki de çürümek ve yozlaşmak için daha çok boş vaktimiz olacak.

Kısa süre içinde Luna, Miles’ın bir robot değil, hükümetin her yerde aradığı tehlikeli “Yabancı” olduğunu anlar ve onu polise ihbar eder. Fakat rejim, sadece Miles’ı değil Luna’yı da artık tehlikeli olarak görmektedir, çünkü Luna “yabancı” ile epey vakit geçirmiştir. Bu yüzden, yakaladıkları diğer rejim muhaliflerine yaptıkları gibi hafızalarının silinip beyinlerinin nötralize edilmesi, uysal ve sadık vatandaşlar haline getirilmeleri gerekmektedir. Luna polisin elinden kaçarak Miles’ın bahsettiği direnişçileri aramaya başlar. Miles ise yakalanmıştır ve beyni üzerinde muhaliflere uygulanan işlemler yapılarak yeni bir kimliğe kavuşur. Bu işlemler esnasında, Miles’ın beyninin işlemleri reddetmemesi için 1973 yılından tanıdık sahneler gerekmektedir ve bu sahneler de bir güzellik yarışmasına aittir. Miles, hipnozun etkisi altındayken birinci olup tacını aldığında “Dünya barışı için çalışacağını” söyleyerek artık rejimin arzu ettiği ideal vatandaş haline gelmiş olur. Burada güzellik yarışmaları gibi organizasyonların sahteliğiyle dalga geçen Woody Allen’ın yer verdiği sahnenin bir benzerini yıllar sonra Donald Petrie’nin yönettiği ve Sandra Bullock’un başrolünü oynadığı “Miss Congeniality” filminden de hatırlıyoruz. O filmde de aday güzeller, dünyada en çok istedikleri şey sorulduğunda “Dünya barışı” diye dudaklarını seksi şekilde büzerek cevaplamaktaydı.

Luna, en sonunda direnişçileri bulur ve onlarla yaşamaya başlar. Önceden Miles’a “direnişe ne lüzum var, küre ve orgazmatron var” diyen Luna artık tam anlamıyla içinde yaşadığı kapitalistik düzenin pisliklerinin farkına varmış ve aydınlanmış Marksist bir devrimcidir. Direnişin lideri olan ve ismi Che Guevera’nın ilk ismi Ernesto’yu andıran Erno’nun (John Beck) kaslı vücudunun ve yakışıklılığının da bunda elbette payı vardır. Woody Allen burada karikatürize ettiği devrimci karakterlerle 1970’li yıllardaki sol yapılarla da dalgasını geçerek nihilistçe bir anarşizan tavır ortaya koymakta. Bunu filmin sonunda, Luna’nın en sonunda dayanamayarak Miles’a “politikaya inanmıyorsun, bilime inanmıyorsun, Tanrı’ya inanmıyorsun. Peki, neye inanıyorsun?” sorusuna verdiği ikonik cevaptan da anlarız: “Sekse ve ölüme. Hayatta sadece bir kere başına gelen iki şey. (Yani insanın doğumuna sebep olan seks kast edilmektedir.) Ama ölümden sonra miden bulanmıyor.” Bir sahnede de Karl Marx’ın güzelliğinden bahseden Luna’nın bu militanca dönüşümüyle dalga geçmek için Miles Luna’yı Troçki okumaya başlayan ama daha sonra İsa’ya tutulan ve dindarlaşan, en sonunda ise porno yayın sattığı için tutuklanan eski kız arkadaşına benzetiyor.

Direnişçiler, Miles’ı eski haline getirerek Erno’nun direktifleriyle Luna ile Miles’ı rejimin merkez binasına Aires projesini yok edecek bir sabotaj eylemine gönderir. Burada, Aires projesinin ne olduğunu öğreniriz. Diktatör aslında birkaç ay evvel direnişçilerin bombalı eylemiyle öldürülmüştür ve geriye sadece burnu kalmıştır. Halk olanları öğrenmeden diktatörü burnundaki hücrelerden klonlamaları gerekmektedir. Buradaki gönderme elbette ki politik hicvin en başarılı klasik kalemlerinden Gogol’un meşhur “Burun” öyküsünedir. Burun öyküsünde de Gogol, Rus toplumundaki çarpıklıkları ve bu çarpık düzen içindeki insanların davranışlarını sert, gerçekçi ve alaycı bir anlatımla işlemekteydi. Woody Allen da, tıpkı Gogol’un o dönem Rus toplumuna yaptığı gibi merceğini 2173’ten 1970’li yıllardaki Amerikan toplumuna tutarak aslında bir insanlık komedisini sergilemekte. Luna’nın direnişin lideri Erno’yu sürekli övmesine dayanamayan Miles’ın verdiği “Luna, anlamıyor musun, altı ay sonra bu sefer Erno’nun burnunu çalıyor olacağız. Siyasi çözümler işe yaramaz,” demesi ise Allen’ın yukarıda bahsettiğimiz nihilist anarşizan perspektifine bir başka örnek olarak gösterilebilir.

Sonuç olarak, Woody Allen’ın bu tek bilimkurgusu için, geleceğin dünyasında geçmesine rağmen günümüz modern toplumuna yönelmiş başarılı bir kara mizah taşlama diyebiliriz. Woody Allen’ın, Sleeper’ı çekmeden önce senaryosunu bilimkurgunun ustalarından Isaac Asimov’a göstererek onayını almış olmasını da not edelim. Sleeper, en iyi dramatik sunum dalında 1974’te Hugo ve 1975’te Nebula ödüllerini de kazandı. Allen, filmdeki karakterlerin mimikleri, kovalamaca sahnelerinin dinamiği, polislerin suratına yapıştırılan pasta gibi basit ama komik ek sahneleriyle Charlie Chaplin filmlerine de adeta bir selam gönderiyor. Sleeper, sanki kroyojenik tanklarda uyuyormuşcasına içinde yaşadığı sistemin absürd totaliterliğini fark etmeyen seyirciye bir “uyanın” çağrısı. Ama bunu didaktik ve katı politik bir söylemle değil, kara mizah yoluyla yapıyor. Ve belki de sistemin Aşil topuğunu gözümüzün içine sokuyor: dalga geçmek. Bunun en iyi örneklerinden biri de, filmin sinema tarihine geçen ikonik diyalogu:

Miles: Tanrı’ya inanıyor musun?

Luna: Şey, oralarda bir yerde bizi izleyen biri olduğuna inanıyorum.

Miles: Ne yazık ki, o devlet.

Kaynaklar:

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

okat uzay serisi

70’ler Türkiye’sinde Bilimkurgu: Okat Uzay Serisi

Yeni Dünyalarda Serisi ile Türk okurunu modern yabancı bilimkurgu eserleriyle tanıştıran Çağlayan Yayınevi’nin ardından, Okat …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin