Dark City (1998), Truman Show (1998) ve Matrix (1999) ile aynı dönemde çekilen ancak aralarında en az hatırlanır olanıdır. Üç film de yaşadığımız dünyaya kuşkuyla bakmamızı sağlar ve Morpheus’un ünlü sorusuyla sorarsak “Gerçek nedir?” diye bizi kuşkuya düşürür. Truman Show’da, Truman için gerçek kitlesel bir seyirliğin içinde yitip gitmişti. Matrix’de ise gerçek insanlığın robotlar tarafından sömürüldüğü bir yanılsama dünyasında belirsizleşmişti. Dark City ise bizleri alıp bir başka dünyaya taşıyor.
Bir gece ansızın duş aldığı banyoda alnından akan kanla uyanan John Murdoch (Rufus Sewel), hafızasını kaybetmiş biçimde kendisini kovalayan garip giyimli adamların elinden kurtulmak için Dark City’nin sokaklarına kendini bırakıyor. Murdoch çok geçmeden kendisinin özel yetenekleri olduğunu fark ediyor. Zaman biraz daha geçip de saatler on ikiyi vurduğunda ise her şey kelimenin gerçek anlamıyla duruyor. İnsanlar sanki pilleri bitmişçesine cansızca yere yığılıyor. Murdoch o an devasa bir deney tüpünde yaşadıklarını ve gerçek sandığı her şeyin aslında bir “yalan” olduğunu fark ediyor. Böylece Dark City’nin kötü insanlarına karşı amansız bir mücadeleye girişiyor.
Dışavurumcu izler
Dark City’de Dışavurumcu Alman Sineması’nın izlerini görmek mümkün. Filmdeki mekanların gerçeküstücü tasarımının yanında, Dark City’nin yöneticilerinin kendi özel toplantı salonlarında zamanı durdurmak için hazırlandıklarında, içinden saatin çıktığı metal yüz bize Fritz Lang’ın Metropolis’indeki makinenin yüzünü anımsatır. Lang’ın ilginç biçimde bugünleri konu alan filmi sanki gerçekleşmiş, insanlık kötü bir kuvvetin tutsağı olmuş gibidir. Bir tiyatronun tanıtım resminde ise Der Golem’in hayaletinin yüzüyle karşılaşırız.
Dark City’nin diğer filmlerden ayrılan bir özelliği, insanı yüceltici, hatta ulaşılmaz bir noktaya koymasıdır. Yeşilçam’ın ünlü filmi Dünyayı Kurtaran Adam’da olduğu gibi yabancı istilacılar esas olarak insanı insan yapan şeyin NE olduğunu anlamaya çalışırlar. Dark City’de de yabancı istilacılar anladığımıza göre dünyadan çalıp götürdükleri insanların üzerinde deney yapıp onları gerçekten insan yapanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. İnsanlardan binlerce yıl ilerde bir evrimsel aşamada olsalar da, varoluşlarının hızla sonuna gelmektedirler. Böylece denek olarak kullandıkları insanlara her defasında farklı hafızalar yükleyip, farklı gerçeklikler içinde yaşatırlar ve bu duruma gösterdikleri tepkiyi incelerler.
Şimdi “uyanma” zamanı
İnsanlık böyle durumlarda, yani her ne kadar tutsak ve her şeyden bihaber ve duyarsız yaşamına devam etse de önünde sonunda sıradan olmayan ve “ansızın uyanan” birisi her şeyi değiştirmeye soyunacaktır. Bunun insanlığa yönelik umutlu bir yaklaşım olduğu su götürmezdir. Ancak her insanın doğal biçimde sahip olduğu ve değerini bilmediği “insani ruh” gerçekten bu kadar arzulanır mıdır? Yoksa kendi varlığımızı gözümüzde çok mu büyütüyoruz? Kuşkusuz böyle bir düşünce “tüm tabiatın bizler için yaratıldığı” ve “Dünya’nın evrenin merkezinde olduğu” öğretisiyle uyumludur. Kendimizi evrenin merkezine koyup, her şeyin bizim etrafımızda döndüğünü düşlemek de cazibesi olan bir şeydir. Madem her şey bizim etrafımızda dönüyor o halde bize “hizmet etmeli”dir.
Böyle bir düşünce insana cesaret veriyor görünse ve onu yüceltse de bir yanılsama olabilir. Pek çok yönüyle Orta Çağ’ın dünya merkezli evren görüşünün modern dönemdeki bir yansımasıdır. Truman Show’u düşünürsek Truman’ın düştüğü yanılsama tam da böyle bir yanılsamadır. Her şeyin merkezinde Truman vardır ama çok geçmeden aslında bunun bir yanılsama olduğunu, kendisini izleyen binlerce insanın kendisinden daha “hakiki” bir yaşam sürdüğünü anladığında özgürlüğün farkına varır Truman. Matrix’te de Neo bütün hikayenin merkezi bir noktasını işgal etse de, ondan beklenen “kendini feda”dır.
Kafkaesk bir dünya
Dark City’de, Murdoch aracılığıyla modernist bir inşaya girişiliyor. Şehrin üzerindeki Kafkaesk karanlık silinip de hep hayallerdeki o güzel okyanus (Shell Beach) gerçekliğe kavuşunca daha mutlu ve umutlu bir yaşama sahip olacağını düşünüyoruz Dark City sakinlerinin. Belki şimdi daha düzenli hayalleri olacaktır ve artık ulaşılmaz olan sahile gitme imkânları da vardır. Murdoch’un inşa ettiği yeni şehir öncekisine göre daha ihtiyaçları karşılayandır ama gerçeklik karşısında daha fazla avutucudur. Canları sıkıldığında şehrin dışına çıkıp denizi ve batmakta olan güneşi seyredip dalgaların sesini dinleyebilirler; bu yeterince “avutucu”dur ama hala bir “yanılsama” değil midir? Kuşkusuz bir yanılsamadır ancak bu üç film “gerçeğin acısı mı, yanılsamanın hazzı mı” sorusunu bizlere soruyor ve insanlığın geleceğinde (aslında biraz da şimdi) yüzleşmemiz ve gereken bir seçime dikkat çekiyor.
Dark City, Matrix ve Truman Show’dan daha iyi bir film değil kuşkusuz ama izlemeden geçilmemesi gereken bir film. Filmin gerçeküstülüğü, ilginç konusu ve yaşamımıza yönelik sorgulatıcı yaklaşımı onu değerli kılıyor. Son olarak filmi kendi orijinal dilinde izlemenizi tavsiye ederiz. Doktor’un ve esrarengiz Bay Duvar, Yağmur ve El’in bol “Yes!”li konuşmaları filme ayrı bir güzellik katmış.