2013 yılının flaş bilimkurgu yapıtlarından biri olan ve başrollerde Matt Damon ile Jodie Foster gibi tanınan oyuncuları barındıran Elysium: Yeni Cennet, izlenmeye değer bir çalışma olarak karşımıza çıkmıştı. Yasak Bölge 9 (District 9) gibi önemli filmlere imzasını atan Güney Afrikalı yönetmen Neill Blomkamp’ın ürünü olan Elysium, 2154 yılının Los Angeles’ına dair karamsar bir portre çiziyor. Film, Matt Damon tarafından canlandırılan Max da Costa isimli proleteryan bir işçinin acımasız bir dünyadaki hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Elysium filmini farklı açılardan eleştirmek mümkün, çünkü filmde farklı meselelere eş zamanlı olarak değiniliyor.
Elysium: Yeni Cennet filminin 3 temel boyutunun olduğunu düşünüyorum:
- Uzay araştırmaları ve keşif boyutu
- Sınıf bilincine dayanan sosyo-ekonomik boyut
- Çevre bilincine dayanan ekolojik boyut
Filmi, bu 3 boyutu en iyi şekilde harmanlayan sosyal eko-eleştiri (ekososyalizm) kuramının ışığında değerlendirmek istiyorum. Sosyal eko-eleştiri, temel anlamda çevresel tahribat ile sosyal adaletsizliğin ortak bir kaynaktan türediğini savunmaktadır: Kâr odaklı, kapitalizm kanseri… Bu sistemde azami kâr elde etmek amacıyla yapılan her şey mübah görülmektedir. Öyle mübahtır ki buna emperyalist faaliyetler de çoğunlukla dahil olmaktadır. Aç gözlülük ve doyumsuzluktan beslenen kapitalizm düzeni, doğayı tahrip etmekten geri kalmamaktadır. Azami kazanç sağlamak için girişilen bu küresel yarışta, dünyanın doğal kaynaklarına zarar verilmiş ve ekolojik denge çok ciddi biçimde bozulmuştur.
Elysium filminde 2154 yılında meydana gelenler bunlardan farksızdır. Film, adeta distopik bir ileri-kapitalizm portresi çizmektedir. Doğal felaketler nedeniyle dünyanın büyük çoğunluğu yaşanmaz hale gelmiş, şehirler devasa çölleri andırıyor. Los Angeles şehri de bundan nasibini almış. Orta sınıf tamamen ortadan kalkmakla birlikte, insanlık süper zengin elitler ve fakir işçi kitleleri gibi birbirine tamamen zıt ve uçlarda yaşayan iki sınıftan oluşuyor.
Çok uluslu şirketlerin dünya egemenliklerini ilan etmelerinin sonucunda uzay araştırmaları da ivme kazanıyor. Kapitalizmin hoyratça tahrip ettiği doğayı geri kazanmaya yönelik herhangi bir ümit kalmamıştır. Bunun bilincinde olan süper-elitler çareyi, dünyanın yörüngesine fırlattıkları suni bir yaşam alanına taşınmada buluyor. Bu yaşam alanına “Elysium” (Yeni Cennet) adı veriliyor ve dünyadaki süper zengin elit kesim pılını pırtını toplayıp buraya yerleşiyor. Adı üzerinde, Yeni Cennet, muazzam yeşil alanlardan, sayısız ağaçlardan, havuzlu villalar ve golf sahalarından oluşmaktadır. Tüm bunlarla birlikte vatandaşlarına atmosferinde yüksek kalite oksijen de sunmaktadır.
Burada çizilen portre 20. yüzyılın başlarında ABD’de banliyölere (suburbs) yerleşen Amerikalı zengin sınıfının portresiyle hemen hemen aynıdır. O dönemde kendine ait, kapalı ve korumalı bir yaşam alanı arayan Amerikan burjuvazisi ile Elysium’da kendine suni bir yaşam yaratan burjuvazi arasında hiçbir fark yoktur. Gördüğümüz gibi banliyöler dünya dışına, yörüngeye kadar taşmıştır. Bu gayet net bir gözlemdir, Elysium bir uzay banliyösüdür. Elysium sadece çevresel açıdan değil, ekonomik, teknolojik ve politik açıdan bir Yeni Cennet’i simgelemektedir. Elysium’da mikro-devlet özelliği taşıyan bir yönetim şekli mevcut. Yerleşimin kendine has bir demokratik yapısı var ve kendi içlerinden gelen liderleri seçerek, yerleşimin güvenliğini ve sürekliliğini sağlamak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Sadece bu alanda değil, eğitim, teknoloji ve sağlık alanlarında da ileri düzeyde bir gelişmişlik yaşanıyor. Sağlık bu alanların başında geliyor çünkü hastalıklar “MedBays” adı verilen gelişmiş kabinlerde birkaç dakikalık basit bir taramanın sonucunda tamamen yok edilebiliyor. Anlaşılan o ki Elysium kelimenin gerçek anlamıyla bir “Ütopya”yı temsil ediyor.
Elysium vatandaşları bu ütopyanın içinde yaşıyorlar, dolayısıyla onlar için ütopya gerçek olmuştur. Dünya vatandaşları içinse Elysium, asla erişemeyecekleri bir Ütopya”yı temsil etmektedir, çünkü her gökyüzüne baktıklarında onun ‘Cennetimsi’ varlığı kendilerine hatırlatılmaktadır. Elysium’un ütopya olduğu filmde Dünya ise Distopya’yı temsil etmektedir. Güney Afrikalı usta yönetmen Neill Blomkamp’a hakkını vermek gerekir. Blomkamp, “ikili karşıtlıklar” (Binary Oppositions) vasıtasıyla filmin asıl değinmek istediği meseleleri çarpıcı biçimde gözümüzün içine sokarcasına vurguluyor. Bu ikili karşıtlıklar: Elysium – Dünya, Zengin – Fakir, Elitler – İşçiler, Yeşil Cennet – Cehennem, Beyaz İnsan – Beyaz olmayan İnsan, İngilizce-Fransızca konuşanlar – İspanyolca konuşanlar vb. biçiminde sunulmuştur izleyicilere.
İkili karşıtlıkların en büyük özelliği birbirlerine zıt uç noktalardan oluşmalarıdır. Blomkamp bu şekilde zıtlıkları oldukça başarılı imgeler kullanarak ele almıştır. Elysium’un göklerdeki cenneti simgelediği yerde, Dünya ise yeryüzündeki cehennemi temsil etmektedir. Bu iki zıt dünya, filmin başında izleyicilere tanıtılmaktadır. Dünya tanıtılırken, Los Angeles’ta bir fabrikada işçi olarak çalışan ve önceden hapis yattığı öğrenilen Max da Costa ile tanışıyoruz. Kahramanımız bir kaza sonucunda ölümcül dozda radyasyona maruz kalır ve şirket yetkililerince ağrı kesici (!) ile “tedavi edilmek” istenir. Dünya vatandaşı olan sefil bir işçi hayatının, Elysium şirketleri için zerre kadar değeri yoktur. Max’in kurtuluşunun tek yolu vardır, Elysium’a gitmek. Kahramanımız bunun için elinden ne geliyorsa yapacaktır ve sonunda bunu başaracaktır. Sadece kendini ve sevgilisinin kızını kurtarmakla kalmayacak, Elysium’daki tüm sağlık imkânlarını dünya vatandaşları için seferber edecektir.
Elysium tanıtılırken, Yeşil bir Cennetle tanışıyoruz. Ultra-lüks bahçeli ve havuzlu villa tipi evlerde yaşayan geleceğin banliyö hayatı gözümüze çarpıyor. Elysium’un kendine has bir yönetim şekli ve yöneticileri var. Sekreter Delacourt rolüyle Jodie Foster dominant ve acımasız bir lider olarak çıkıyor karşımıza. Delacourt, Elysium’daki yerleşimi ve yaşam tarzını ne pahasına olursa olsun korumaya kararlı görünüyor. Gerekirse bunun için Başkanla bile ters düşmeye hazır. Kendisine göre daha hümanist bir tutum sergileyen Başkan ile fikirleri çoğu kez örtüşmüyor. Bu yüzden Başkanın ayağını kaydırmak için elinden gelen her şeyi yapar ve başarılı olur, ancak bu hırsının bedelini hayatıyla ödemek zorunda kalacaktır. Başta Sekreter Delacourt olmak üzere, Elysium vatandaşlarının İngilizceye ek olarak Fransızca konuşmalarını onların ‘Elitist’ kimliklerini tamamlayan bir unsur olarak algılıyorum.
Buna karşıt olarak, Dünya’da, yani Los Angeles’ta konuşulan egemen dilin İspanyolca, daha doğrusu ‘Spanglish’ (İngilizce ve İspanyolca karışımı) olarak yansıtılmasının, göçmenlik sorunu ve sınıf bilinciyle doğrudan ilgili olduğu kanaatindeyim. Genel bir analiz yaptığımızda, filmin iki bölümden oluştuğunu gözlemleyebiliriz. Filmin başlangıcından ortasına kadar olan bölümde öncelikli olarak Dünyamızın ve Elysium yerleşiminin 2154 yılındaki hali tanıtılıyor. Los Angeles’ın devasa bir mülteci kampını andıran bir cehenneme dönüştüğünü, yeni cennetin ise göklerde, Elysium’da kurulduğuna tanıklık ediyoruz. Kahramanımız Max da Costa ile tanışıyoruz. Onun geçmişi ve kişisel yaşantısı hakkında bilgi sahibi oluyoruz.
Filmin ikinci bölümünde ise artık bu tanıma evresi sona ermiş olmakla birlikte, hikâye tamamen Max’in kurtuluşuna endeksli bir hal alıyor. Ölümcül dozda radyasyona maruz kalan Max’in hayatta kalabilmesi için Elysium’a ulaşmaktan başka çaresi yoktur. Amansız aksiyon sahneleriyle birlikte Max, Elysium’a ulaşmayı başarıyor. Bu bağlamda film, sonlarına doğru tipik bir aksiyon filmi kimliğine bürünüyor. Ancak, üzülerek söylemem gerekiyor ki, filmdeki oyunculuk, bu orijinal kurgunun hakkını tam olarak vermiyor.
Sosyal eko-eleştiriye göre tüm ekolojik yıkım ve gelecekte bizi bekleyen çevre felaketleri insan kaynaklı olup, tümü doğrudan kapitalizmin bir sonucudur. Elysium filminde olduğu gibi bu düzen gün gelecek dünyamızı tüketecektir. Dolayısıyla kapitalizm içinde kalarak çevresel sorunların ve felaketlerin önlenmesi mümkün değildir. Bu, ancak odak noktası olarak insanı ve doğayı temel alan alternatif bir sistemle mümkün olacaktır. Günümüz dünyasında olduğu gibi gelecekte de kapitalizm ve sömürü düzeni beraberinde eşitsizlik, adaletsizlik, acımasızlık ve yıkım getirecektir, fakat bu yıkım çok daha ileri boyutlarda bir yok oluşun habercisi olacaktır. Sonuç olarak Elysium filmi bizlere, üzerinde düşünmemiz gereken çarpıcı bir gelecek vizyonu sunmaktadır. İnsanlığın tarihine yakışır türden karanlık ve distopik bir geleceğin vizyonudur bu. Bu distopyanın asla gerçekleşmemesini dilemekten başka çaremiz yok. Ümit edelim ki bunlar sadece kurgu olarak kalsın.
Hazırlayan: Cenk Tan