Felsefe nedir? Anlamlandırma ve kavrama bilimi mi? Felsefe kesin bir tanıma sahip olmamakla birlikte farklı otoriteler tarafından pek çok şekilde yorumlanmıştır. “Nereden geldik nereye gidiyoruz?” gibi en temel varoluşsal sorularımızın yanıtını ararken en güçlü yardımcımız felsefedir. Soruya kesin bir cevap veremez; zaten felsefe cevapla değil, sorunun kavranmasıyla ilgilenir. Açmak gerekirse; varoluşumuzu anlamlandırmak ve farkındalığımızı artırmak için doğru sorunun sorulması felsefede hayati bir rol oynar. Farkındalık da empatiyi doğurur. Empati kurabilen birey, karşısındakini daha kolay anlayabilir ve olaylara onun gözünden bakabilir. Empatiyi bireysel ölçekten çıkarıp devletler arası iletişime dahil ettiğimizde, dünya barışından söz etmek mümkün olacaktır. Demokratik yönetim biçimi mutlaka gereklidir, ancak benmerkezci politikalar tarihte devletler arası savaşlara neden olmuştur. Felsefe, insanlığın ilk dönemlerinde, henüz kabul görmemişken bile varlığını hissettirmiştir. Düşünen, soru soran ve sorgulayan insan felsefe yapabilendir. Tüm bilim dalları ile sıkı sıkıya bağlı olan felsefe aynı zamanda diğer bilim dallarını da kapsar.
Ortaya çıkışından beri birçok konu, tür ve meseleyle ilgilenen sinema sanatının felsefi alt metinlere sahip eserler üretmesi kaçınılmazdır. İnsanları eğlendirme gayesi, 7. sanatın en eski felsefesidir. Eğlence aracı olma vasfı, bu sanatın gelişmesiyle birlikte kendini doğrusal olmayan, yükselen bir derinliğe doğru götürmekte ve bu ivme sürekli artmaktadır. Sinemada genel olarak macera, komedi, dram ve bilimkurgu türlerinde felsefi metinler doğrudan verilmemektedir, bunun yerine alt metinler halinde izleyiciye sunulurlar. Bu yöntem, izleyiciyi sıkmamak ve eserin akıcılığının korunması için seçilen bilinçli bir tercihtir. “Kör gözüm parmağına” şeklinde verilen derin mesajlar, ister istemez didaktik olabilmekte ve izleyiciyi eserden uzaklaştırabilmektedir.
Ingmar Bergman ve Andrei Tarkovsky gibi yönetmenler eserlerinde minimal bir anlatımın peşine düşüp, hikayelerini izleyicilerine sabit ve uzun planlar eşliğinde anlattılar. Eserlerinin tümünde hissedilen yoğun felsefi dokular kimi izleyiciye seyri zor gelse de, günümüz sinemasında görülen derin alt metinlerin mimarları Bergman ve Tarkovsky’dir. Solyaris (1972), tıpkı Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’i gibi felsefi sinemanın mihenk taşlarından biridir. Solaris gezegeninin keşfine giden bilim adamlarına psikolojik destek vermek için gezegenin yörüngesindeki üsse ulaşan Kevin, dipsiz bir kuyunun içine düşecektir. Bilince sahip bir canlı olan Solaris gezegeni, tehlikelere karşı bir savunma mekanizması geliştirmiştir. Yörüngesine yerleşen insanlara psikolojik savaş açıp onları en zayıf yerlerinden vurmaktadır; kurbanının psikolojik olarak en tahrip edici hatıralarını halüsinasyon şeklinde tekar tekrar canlandırır. Kevin’ın en ızdırap verici anısı ölmüş karısıyla alakalıdır. Solaris, sıvı bir maddeden oluşmaktadır; tek bildiği gezegen Dünya olan bir insan, bu gezegendeki yaşamı nasıl fark edecektir?
Dünya dışında yalnızca madde ya da enerjiden oluşan yaşam formları olabilir. Görünürde yaşam yokmuş gibi hissedilen bir diyarda insan, mevcut yaşamı fark edemeyebilir bile. Hal böyleyken Kevin’in böyle bir dünyada kafasının karışması doğal. Solaris’in kendince bir yaşama ve bilince sahip olduğunu yaşamsal alışkanlıklarından ötürü fark edemeyen insan, gördüğü halüsinasyonları kendi zihninin bir oyunu sanmaya başlar. Varoluşsal bir kapalılığa giren bilinçaltının girdabına kapılır ve kurtulmakta güçlük çeker. Descartes’ın “Düşünüyorum, o halde varım” sözü çoğumuza klişe gelse de yaşamsal motivasyonumuzun en önemli unsurlarından biridir. Birey olarak kimi zaman kendi bedenimizde hapsolmuş hissedebiliriz. Kendimizce, var olan tek gerçek bilinç olduğumuz düşüncesine kapılabiliriz. Hissedebilen ve yaşadığını fark edebilen bir birey olma bilinci aydınlanmanın işaretidir. Gayemiz Nirvana’ya ulaşmak olmasa bile, belli farkındalıklar yapılan işleri daha anlamlı kılabilmektedir.
Ridley Scott’ın başyapıtı Blade Runner (Bıçak Sırtı – 1982)’da yüce varlık görevini Roy Batty (Rutger Hauer) adlı android üstlenir. Otoritenin gözden çıkardığı bu taklitleri yok etmek için karşılarına Rick Deckard (Harrison Ford) konumlandırılır. Gösterime girdikten uzun süre sonra yayınlanan yönetmenin özel versiyonunda dedektif Deckard’ın da bir taklit olduğu kanısına varılır; bir nevi gelecekte geçen modern Frankenstein sendromu. Hizmet amacıyla yaratılan androidler, benlik bilinçlerinin gelişmesiyle varoluş sebeplerini sorgulayıp otoriteye karşı ayaklanırlar. Roy’un, yaratıcıları olan Dr. Eldon Tyrell’i bulup yok ederken asıl gayesi tanrıyı yok etmektir. En mükemmel şekilde yaratılmışlardır, tanrının yok edicisi de gene bu mükemmel varlıklar olmuştur.
Varlıklarının bilincinde olan bu taklit insanlar, yaratıcılarını öldürürken kendi yok edilişlerini de engelleyip sonsuz yaşamı amaçlamışlardır. Finalde Roy ve Deckard arasında yaşanan kovalamacanın sonucunda kahramanımızın canını kurtaran Roy olur. Bu beklenmedik gelişmeden ötürü şaşkınlık içinde kalan Deckard’a Roy varoluşsal bir konuşma yapar. Kimsenin daha önce tecrübe etmediği şeyler görüp yaşadığını ve kendi varlığının bilincine vardığını ifade ettikten sonra gözlerini kapatıp sonsuz bir uykuya dalar. Deckard’ın da bir android olduğu şüphesinin en güçlendiği an, rüyasında tek boynuzlu at gördüğü sahnedir. Kendisi gibi bir başka dedektif olan arkadaşı Gaff (Edward James Olmos), fırsat buldukça ufak kâğıtlarla origami yapar, son yaptığı figür ise tek boynuzlu attır.
Nitelikli ve derinlikli yapımlarla çok sık karşılaşamasak da, The Matrix gibi kendi felsefesine sahip popüler yapımlar ilgi görüyor. The Matrix’in sevilme nedeni görsel efektleri ve dövüş sahneleri değildi; bilakis felsefesinin ta kendisiydi. Yaşadığımız hayatın gerçek olmadığı ve enerji üretmek için kuvözlerde yetiştirilen insanlar olduğumuz fikri, dönemin seyircisinde büyük bir aydınlanma yarattı. Büyük bütçeli popüler bir yapımın, seyirciye yaşam üzerine soru sordurup sorgulatabilmesi gerçek bir başarıydı. Yönetmenleri aynı düşünsel başarıyı devam filmlerinde yakalayamamış olsa da, başlangıç filmiyle sinema tarihinde önemli ve istisnai bir işe imza attılar.
Matrix’in ardından gelen, Uzakdoğu anime sinemasının seçkin isimlerinin yer aldığı Animatrix (2003) projesi, akılda kalan soru işaretlerini giderip damaklarda lezzetli bir tat bıraktı. Wachowski kardeşlere esin kaynağı olan Ghost In The Shell (1995) benzer temaya sahip bir animeydi. Mamoru Oshii imzalı anime başyapıtında, “yaşam ve varlık bilincine ulaşmak için bir bedene sahip olmak şart mı?” sorunsalı ortaya çıkıyordu. Yapay bir zekanın insandan daha zeki bir hale gelmesi karşısında korkmalı mıyız, yoksa varlığına saygı mı duymalıyız? Felsefenin tanımlanamadığı gibi, varlığın da kesin bir tanımı olamayacağı fikri ortaya çıkabilir. Kütlesinden ötürü yüzemeyen ama yardımcı bir ekipmanla fırsat buldukça denize açılan Motoko Kusanagi, deniz dibinde süzülerek hareketsiz bir şekilde yüzeye çıkar. Sudan çıkışı yeniden doğuşunu ve hapsolduğu bedenden arınışını simgeler. Bilince ve zekaya sahip varlıkların somut bedenlere hapsolmak istememeleri, soyut yaşama ve istedikleri yere çabucak nüfus etme isteğinden doğar. Zeki makinelerden ve robotlardan korkmamız, o noktaya gelindiğinde kendi varlığımızın da tehlikeye gireceği düşüncesiyle ilgilidir.
Bir şeyi varlık kabul etmek için o şeyin organik olma şartını arayan bizler, yapay yaşamlara ne kadar tolerans gösterebileceğiz? Günümüz dünyasının bireyi bu sorunun cevabı olabilir. Bunu otoritelerin bireyleri giderek robotikleştirmesi, her gün aynı saatte kalkıp işe giderken aynı yolu kullanmamız, çalışma esnasında sürekli aynı yönergelerin takip edilmesi ve iş bittikten sonra tersi istikamette aynı yolları takip edip enerji toplamak için uyuyup, sonrasında tekrar aynı döngüye girmemizle açıklayabiliriz. Sürekli aynı aksiyonu tekrarlamamız bizleri bilgisayarın akan bir devresinden pek farklı kılmamakta ve bu yoğun tempoda felsefe yapmayı unutup yalnızca hayatta kalma ihtiyacıyla yaşamaktayız. Yeteneklerimizin ve zekamızın bu şekilde köreltilmesi, bizleri yapay zekaya sahip robotlarla benzer bir konuma yerleştirmektedir.
Ron Fricke imzalı Baraka (1992) belgeselinin bir bölümü bize şehrin yaşamını hızlandırılmış bir şekilde sunarken yolda akan trafik, metroya girip çıkan insan kalabalığı, yollardaki insan seli her şeyin ne kadar tekdüze ve sistematik bir şekilde ilerlediğini gösteriyor. Halkların en büyük eğlence araçlarından biri olan sinemanın seyircisine düşünsel anlamda bir şeyler verebilmesi, hem kitleler hem de kendisi için önemlidir. Sinema sanatının sürekli halkın sevdiği ve istediği tarzda eserleri sunması onu köreltir. Sanat, felsefesi gereği seyircisine farklı ve yeni olan anlatım ve biçimleri sunmalıdır. Maalesef sürekli benzer yapımlarla karşılaşmaktayız. Niteliksiz eserlerin çokluğu ister istemez kimi değerli yapımların gözden kaçmasına yol açabilmekte. Sinemanın da biraz silkelenip varlığının değerini hatırlamasında fayda var.