Komedi türündeki TV serisi The Office (2005-2013) ile adını duyuran Amerikalı oyuncu John Krasinski, yazıp yönettiği A Quiet Place (2018) ile dünya çapında bir başarı elde etmişti. Sese aşırı duyarlı, dünya dışı varlıkların insanlığı tehdit ettiği film, karanlık tonlara ve tedirgin edici atmosfere sahipti. Korku ve bilimkurgu mekaniklerini hikâyesine dengeli bir biçimde yediren yapım, son yılların en özgün işlerinden biri olmuştu. A Quiet Place 2 (2020) ile kurduğu evreni biraz daha genişleten yönetmen, son yapımın yazar kadrosunda yer alıp koltuğunu Michael Sarnoski’ye devretti. 2021’de yönettiği ve senaryosunu Vanessa Block ile birlikte yazdığı Pig ile festivallerde dikkat çeken Sarnoski, Independent Spirit Awards’ta “En iyi ilk Senaryo” ödülünü kucakladı. Bu başarı, daha büyük bütçeli yapımların içinde bulunmasının kapılarını araladı.
İlk filmde istilanın üzerinden epey bir vakit geçmiş, insanlık, kör fakat duyu kabiliyeti çok gelişmiş korkunç yaratıklardan gizlenmenin yolunu bir şekilde bulmuştu. İşaret dili ile anlaşan ve yürüdükleri yolları kumlarla kaplayan Abbot ailesi, dünyayı saran tehditten kendilerini korumayı başarıyordu. Bu sefer bizleri olayların ilk başladığı güne götüren film, hikâyenin gizemli yönünü bir ölçüde aralıyor. Dünya’ya meteor benzeri cisimlerin içinde düşen varlıklar, ivedi bir şekilde saldırıya geçiyor. Yeryüzüne tesadüfi mi yoksa akıllı bir iradenin yönlendirmesiyle mi indirildiğini bilmediğimiz yaratıklar, bu filmde de gizem unsurunun en önemli parçası olarak kalmaya devam ediyor. Senaryoyu John Krasinski ve Bryan Woods ile kaleme alan yönetmen, mevcut evreni zedelemeyecek bir denge kurmada başarılı.
Önceki yapımlardan farklı olarak bu kez yolları kesişen iki yabancının dostluğuna odaklanan eser, onların iç dünyalarına yönelip yaratıkları kimi zaman ikili üzerinde bir metafor olarak kullanıyor. Dolayısıyla psikolojik faktörü daha yoğun olan bir üçüncü yapım ile karşı karşıyayız. Samira (Lupita Nyong’o), tedavisi zor olan bir kanser hastası ve bakımevinde yaşıyor. En yakın dostu ise Frodo adındaki kedisi. Amerika’ya hukuk öğrenmek için gelen Eric (Joseph Quinn) şiirle ilgileniyor, ancak bazı güven sorunları yaşayan ve kriz anlarını kontrol edemeyen bir yapıya sahip. Hâliyle varlıklar Samira için kaçınılmaz ölümünü, Eric içinse kontrol edemediği baskıları simgeliyor. Kedi Frodo ise birleştirici ve özgürlükçü pozisyonda. New York şehrinin yaşadığı kaotik ortamda karşılaşan iki yalnız ruh, içsel bir hayatta kalma yolculuğuna çıkıyor.
Çocukken babasını Harlem’de caz müziği çalarken izlediğini ve sonrasında genellikle birlikte Patsy’te pizza yediğini Eric’e anlatan karakterimiz, ölmeden önce tekrar orada yemek yemeyi istiyor. Bu aslında geçmişine yapacağı son yolculuk olacak. Eric, onun bu dileğini gerçekleştirmesine yardımcı olmayı kabul ediyor ve ağrılarını hafifletici ilaçları bulmaya da gönüllü oluyor. İkilinin karşılaşmasından sonra yol filmi mekanikleriyle ilerleyen film boyunca her cadde ve binada farklı tehditlerle karşılaşıyoruz. Samira, etrafını saran korkunç tehlikelere rağmen çıktığı içsel yolculuğu bittiğinde Eric’ten kedisini almasını ve kurtarma gemilerine gitmesini istiyor. Hastalığından dolayı bir kurtuluşu olmadığını bilen Samira, ölümcül yaratıklarla dolu şehirde kalmayı yeğliyor.
Alien filmlerindeki Xenomorph’lar gibi sürü zekâsına sahip olan varlıkların bir liderleri olduğuna da tanıklık ediyoruz. Beslenme alanları organik bileşenlerle kaplı ve yumurtayı andıran kapsüllerle besleniyorlar. Altmış yedi milyon dolar bütçeli yapım, öncekilere göre daha çok yaratık barındırıyor ve sürü davranışları daha iyi yansıtılıyor. Ancak tehdidin hemen bir sonraki köşede olduğunu bilmemiz, gerilim hissini bir miktar baltalıyor. Önceki iki film ormanlık geniş alanlarda geçtiği için tehlikenin nerede saklandığını tahmin edemiyorduk. Hâliyle burada bireyselden çok kitlesel saldırılar ile yüz yüzeyiz.
Michael Sarnoski, korku unsurunu çoğunlukla bina içindeki kapalı alanlarda yükseğe çıkarmaya çalışıyor; bunda çoğunlukla da başarılı oluyor. Yönetmen, aksiyon grafiğini yükseliş, alçalış ve yatay çizgi olarak tasarlayıp tekrarlıyor: Karakterlerin her mola verdirdiği farklı odalarda gün yüzüne çıkarılan içsel travmalarında grafik yataya, şehirde ya da karanlık bölgelere girdiklerinde yükselişe, karakterlerin hayatlarını kurtardıkları her kaçıştan sonraysa aşağıya ve tekrar durağana geçiyor. Bu formülle yönetmen, Hollywood’un genel kabul görmüş kurgu sistemini uyguluyor.
A Quiet Place: Day One, özellikle ilk yapım kadar büyük olmasa da merak edilen bazı hususları yanıtlıyor ve yeni karakterlerle seriye dinamizm getiriyor. Lupita Nyong’o ve son dönemin yükselen oyuncularından Joseph Quinn, iyi bir kimya yakalıyor ve karakterlerine ruh katmasını biliyor. Sarnoski, korku ve bilimkurgu türüne hâkim olduğunu kanıtlıyor. Kendisi şu an Hugh Jackman’ın başını çekeceği bir Robin Hood projesiyle meşgul. Görüntü yönetmeni Pat Scola, Sarnoski’nin önceki filminde de çalışmıştı. Scola, büyüleyici bir atmosfer yaratıyor ve özenli renk kullanımı dikkat çekiyor. Keza filmin müziklerini yapan Alexis Grapsas da Pig filminde çalışmıştı. Sarnoski, ortak çalışma arkadaşlarını bulmuş görünüyor.
Şu an yeni bir Quiet Place porojesi gündemde değil. Serinin kurduğu evren, devam projelerinin gerçekleştirilmesine oldukça elverişli. Hâlen bilinmeyen pek çok soru var: Bu varlıklar hangi sistemden geldi? Yüksek zekâlı başka bir medeniyetin biyolojik silahları mı? Son film, ilk iki yapımın hayranlarını mutlu edecek seviyede. Yeni dinamikler ekleyip dünyasını genişletmeyi başarıyor.