Serinin ilk ve ikinci filmleri “Alien” ve “Aliens” arasında kurgusal zamana göre 57 yıl geçiyordu. Sigourney Weaver’ın canlandırdığı Ellen Ripley karakteri bu süre zarfında kroyojenik olarak dondurulmuş hâldeydi. İkinci ile üçüncü filmler “Aliens” ve “Alien 3” arasında ise Ripley, bir kapsülün içinde derin uzayda sürüklenip daha sonra tecavüzcülerle ve katillerle dolu bir erkekler hapishanesi gezegenine (Fiorina 161) iniş yapmıştı. Bilimkurgu sinema tarihinin belki de en güçlü kadın karakterlerinden biri olarak Ripley, bu üç filmde de keskin dişlere sahip, damarlarından asit akan korkunç yaratıklarla savaştı. “Alien 3” filmindeki bir sahnede, bu neredeyse öldürülemez derecedeki mükemmel yaşam formuna Ripley şöyle diyordu: “Seni o kadar uzun süredir tanıyorum ki, hayatımda olmadığın bir zamanı hatırlayamıyorum.”
1997 yılında gösterime giren ve daha sonra 2001’de çekeceği Amélie filmiyle büyük ün kazanacak olan Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet‘in yönettiği dördüncü film Alien: Resurrection (Diriliş) ise üçüncü filmin bittiği zaman çizgisinin 200 yıl sonrasında, 2379 yılında geçiyor. Bu anlamda, serinin zaman çizgisine göre en sonda yer alıyor. (Alien serisindeki olayların kronolojik sırasına buradan ulaşabilirsiniz.)
SPOILER UYARISI!
Üçüncü filmin sonunda Ripley, içinde taşıdığı Kraliçe Yaratık’ı öldürmek için metal fırınına atlayarak intihar ediyor ve kızgın eriyiğin içinde yok oluyordu. Fakat serinin dördüncü filminde yine Sigourney Weaver’ı Ellen Ripley karakterini oynarken görüyoruz. Peki, bu nasıl mümkün oluyor? Bir ipucu olarak, filmin gösterime girdiği yıl dünya gündemini sarsan bir koyunun ismini verelim: Dolly. Genetik mühendisliğinin o zamanki son harikası olarak Dolly, erişkin bir memeli hayvandan klonlanan ilk canlıydı. İşte Alien: Resurrection’da gördüğümüz Ripley de, tıpkı Dolly gibi bir klon. Fakat ilk anlardan itibaren bu klonda alışık olduğumuz Ripley’den farklı ve ürpertici bir şeyler olduğunu seziyoruz. Refleksleri son derece gelişmiş, oldukça hızlı ve daha da çarpıcısı yaralanınca damlayan kanı yerde asit gibi fokurduyor. Bu özellikler tanıdık gelmiş olmalı. Öğreniyoruz ki, Weyland Yutani şirketinin sonradan satın alınmasıyla kurulan United Systems Military adlı askeri-ticari kompleks, Ripley’i ölmeden önce içinde taşıdığı biyo-kütleyle beraber Fiorina 161 gezegeninden kurtarılan kan örneklerinden klonlamış.
Şirket, klon Ripley geliştiğinde ise içinde taşıdığı Kraliçe Yaratığı çıkarıp ondan da yeni yaratıklar üretmeye başlamış. Yani Ripley’in bedeni bir kuluçka makinesi gibi kullanılmış. Zaten filmin ilk sahnelerinde, cerrahlar Ripley’in göğsünden bir yaratık bebeği çıkarıyor. Film ilerlerken, bu yeni Ripley’in tuttuğu taraf hakkında da kararsız kalıyoruz: Tamamen insan mı, yoksa yaratık DNA’sı da taşıdığı için kendisini onlara mı daha yakın hissediyor? Bilim insanlarının yaratıkları sömürme planına güldüğü sahne özellikle ürkütücü. “O bir kraliçe,” diyor yeni canavar hakkında. “Üreyecekler. Ve siz de öleceksiniz.”
Yıldızlararası insan hükümeti, daha fazla yaratık üretmeyi bu kez askeri değil, –güya- “insani nedenlerle” umut ediyor. Yeni üretilen yaratıkların aşılar, ilaçlar sağlayacak bir gen havuzu inşa etmek için kullanılacağını belirtiyor. Çünkü bu uzaylı yaşam formlarının oldukça dikkat çekici bir vücut kimyaları var, üstelik çok da dayanıklılar. Ripley’in genleri de çok iyi ve bu yaratığa dair sahip olduğu bilgiler ve tecrübeler çok değerli. Onun yeniden yapılandırılmış formunun tüm eski anıları, aralarında boşluklar da olsa, meşhur çocuk öyküsündeki kurabiye hamurunun zencefil adamın nasıl göründüğünü hatırladığı gibi korunuyor, ki bu aslında Alien: Resurrection’ı mantıksal açıdan kusurlu bir film yapıyor. Çünkü Ripley bir klon ve hâliyle “ebeveyni”nin kişiliğini ve anılarını nasıl muhafaza edebilir sorusu da havada kalıyor. Filmde bu durum, yaratık DNA’sının bir yan etkisi olarak geçiştiriliyor.
Alien: Resurrection’daki en dramatik kırılmalardan biri de Ripley’in ilk klon olmadığını öğrenmesi. Ripley, 8 numaralı klon, kendisinden önce deneyi başarısız sonuçlanmış yedi klon daha var ve filmin belki de en dokunaklı sahnelerinden biri, Ripley 8’in bu geçmiş klonların tutulduğu laboratuvarı keşfettiği an. Vücudu deforme olmuş bu klonlardan biri Ripley 8’e, “Beni öldür,” diye yalvararak ondan ızdıraplarına son vermesini diliyor. Söz konusu sahne, deneyleri yürüten bu şirketin de geçmişteki Weyland Yutani gibi nasıl şeytani bir yapılanma olduğuna dair izleyicilere fikir veriyor.
2003 yılında Jean-Pierre Jeunet, 20th Century Fox’un isteği üzerine Alien:Resurrection için Alien Quadrilogy (dörtleme) DVD kutu seti kapsamında alternatif bir versiyon oluşturdu. Bu versiyonda, filmin görsel efektleri tamamlanmadan önce çıkarılan orijinal açılış ve kapanış sekansları yer alıyordu. Alien serisindeki diğer üç film için yapılan alternatif versiyonlarla karşılaştırıldığında, Alien: Resurrection’ın bu özel sürümü filme hikâyenin akışını değiştirecek ölçüde bir ekleme veya değişiklik yapmıyor. Fakat açılışta ve kapanışta bazı dikkat çekici farklar göze çarpıyor.
Özel sürüm, sinema versiyonunda görülen başarısız klonlara ait bozulmuş bedenlerin yakın çekim görüntüleri yerine tamamen yeni bir jenerik sekansıyla açılıyor. Film, Xenomorph ağzının aşırı yakın bir çekimiyle başlıyor, bu ağız âdeta izleyiciye sırıtarak bakıyor. Kamera geriye doğru çekiliyor ve hızla bunun aslında Xenomorph’un ağzı değil de bir tür böcek olduğu ortaya çıkıyor. Bu böcek hemen birinin parmağı tarafından eziliyor. Kamera geri çekilmeye devam ediyor ve suçluyu görüyoruz: Oturmaktan sıkılmış görünümdeki bir USM askeri sandalyesinde gazoz içiyor. İçeceğini bitirdikten sonra, ezilmiş böceğin bir kısmını pipetiyle sıyırıyor ve kameraya doğru üflüyor, burada böceğin bedeninden arta kalanlar bir pencereye sıçrıyor. Kapanış sahnelerinde ise filmin sinema sürümünde Ripley 8 ve Winona Ryder’ın canlandırdığı Call karakteri, bir uzay kapsülünün görüntü penceresinden aşağı Dünya gezegenine bakıyor. Ancak, özel sürümde Dünya’daki ıssız bir harabe bölgesine indiklerini görüyoruz. Ripley 8 ve Call, ne yapacaklarını tartışmak için dışarıda oturuyor. Call, burada istese birinin oldukça kolay kaybolabileceğini söylerken sahne, sinema versiyonundakine benzer bir diyalogla sona eriyor. Her iki sekans kesiminde de Ripley 8, Dünya’da bir yabancı olduğunu belirtiyor. Fakat özel sürümde kamera, ikisinin arkalarında harap olmuş bir Paris’i gösteriyor, bunu da filmin yönetmeninin Fransız olmasından ötürü memleketine bir selamı diye yorumlayabiliriz.
Bu noktada, olgunluk döneminde Stranger Things dizisinde Joyce Byers adlı anne karakterini canlandıran Winona Ryder’ın Alien: Resurrection’da oynadığı Call karakteri ayrı bir bahsi hak ediyor. Filmdeki tam adıyla Annalee Call’ın erken yaşamı hakkında çok az bilgiye sahibiz. Bir Otom (auton) olarak, androidler tarafından tasarlanmış ve üretilmiş olduğunu biliyoruz. Androidler, yaratık serilerindeki varoluşsal felsefi katmanları zenginleştirmek amacıyla ilk filmden beri yer alıyor. Call, 24. yüzyılda insanların kendilerini etik olmayan işler için kullandıklarını fark eden androidlerin başlattığı kanlı bir Otom isyanının ardından hayatta kalmış birkaç Sentetik’ten biri. Bu isyanda tüm otomlar kitlesel olarak geri çağrıldığında, şirketin ana bilgisayarıyla bağlantısını kesmek için içindeki modemi koparıp imha etmiş. Sonrasında ise keşfedilmemek için bir insan gibi davranarak kimliğini saklamaya başlamış.
Belli bir noktada Call, Ellen Ripley’i klonlayarak Xenomorph türünü yeniden yaratma projesine ilişkin şirketin planlarını öğrenince bu projenin başarısız olmasını sağlamak için yaratıkların tutulduğu gemiye bir mühendis olarak sızmış. Filmin ilerleyen sahnelerinde insan toplumuna yabancı iki figür olan Ripley 8 ve Call, insanları kurtarmak için yaratıklara karşı ittifak kuruyor ve aralarında bir dostluk gelişiyor. Ripley 8’in, insan olmadığını öğrendiği sahnede Call’a söylediği şu replik oldukça çarpıcı: “Bunu tahmin etmeliydim. Çünkü hiç bir insan bu kadar insancıl olamazdı.”
Alien film serisi içinde başarısız olarak görülse de, Alien: Resurrection’ın akılda kalıcı birkaç çarpıcı sahnesi bulunuyor. Diğer filmlerde yaratıkların görüldüğü sahneler çok hızlı geçtiğinden asla tam bir görünümlerini elde edemeyiz ya da kamera onların hep belli vücut parçalarını gösterir. Bu filmde ise onları sıkça tam boy olarak görüyoruz, hatta yüzerken bile. Kontrol altında tutuldukları uzay gemisinin cam kabininden kaçış sahneleri yaratıkların zekâ seviyesi ve acımasızlıkları hakkında yeni fikirler veriyor; birleşip aralarından zayıf olanı öldürerek onun akan kanındaki asit ile hapis tutuldukları hücrenin tabanını delip kaçmayı başarıyorlar. Ripley’in bedeninde yetiştirildiğinden insan üreme sistemine sahip kraliçenin dev rahmi, dış görünüşü insanı andıran yaratık bebeğinin Ripley’i kokusundan tanıyarak memeli hayvanlar gibi onu yalamak için dilini çıkarması, Ripley’in bir anlamda yavrusunu öldürmek zorunda kalırken akıttığı göz yaşları da filmin ilginç anlarından… Bu yaratık yavrusunun (cüssesi elbette ki hiç de yavru değil) geminin camında açılan delikten uzaya çekilme sahnesi de unutulmazlar arasında.
Yazının girişinde bahsini ettiğimiz üzere, Ripley’in geçmiş başarısız kopyalarıyla karşılaşma ve onları yok etme sahnesi de dramatik çarpıcılık bakımından enfes. Son olarak Call’ın, programından arda kalan bir refleks alışkanlık veya saygıyla istavroz çıkardığını gördüğümüz kilise sahnesinde, yaratıcısı tarafından terk edildiğinden içine düştüğü varoluşsal sancılarını derinlemesine hissediyoruz. Tıpkı serinin üçüncü filmi gibi, Alien: Resurrection’ın da Ridley Scott ve James Cameron gibi iki büyük yönetmenin elinden çıkma ilk Alien ve sonraki Aliens’ın gölgesinde kaldığı doğru. Fakat buna rağmen onu da bir başka yönetmenin kişisel vizyonunu ve imgelemini Alien evrenine yedirdiği ayrı bir eser olarak görmek gerekiyor. Sonuç olarak Alien: Resurrection, genetik teknolojisinin etik sınırlarını ve yapay zekânın insanı insanlıkta aşmasını tartışan, ilk modern bilimkurgu eseri olan Mary Shelley’in Frankenstein veya Modern Prometheus’undan beri sayısız kez işlenen “bilimin yarattığı canavar” temasını yeniden ele alan değerli bir dokunuş aslında.
Yararlanılan Kaynaklar: