Danimarkalı Lars von Trier, sinema dünyasının en aykırı yönetmenlerinden biri olarak kabul ediliyor. Kalıpların dışında yer alan sinematik diliyle, sinemanın hemen her türünde eser vererek âdeta bu kalıplara isyan ediyor. Sinemasına yaklaşım da iki uçta. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de var. Filmlerine verilen tepkiler de ya siyah ya da beyaz; gri yok. Son derece bağlı ve hatta fanatik denebilecek hayran kitlesine drama, polisiye, aksiyon, gerilim ve korku gibi her türde film sunuyor. Elbette bu aykırı yönetmen bilimkurgu türüne de yeri geldiğinde el atmaktan çekinmiyor.
2011 yılında Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan Melancholia, sinema tarihinin en dikkat çekici ve tartışmalı yapımlarından biri. Kıyamet temalı eser, yalnızca Dünya’nın sonunu ele almasıyla değil, aynı zamanda insan psikolojisi, varoluşsal kaygılar ve duygusal çöküş üzerine derinlemesine bir inceleme sunmasıyla da öne çıkıyor. İzleyiciyi içine çeken yoğun bir atmosfer, güçlü bir görsel dil ve derin felsefi sorularla bezeli bir yapım var karşımızda.
Melancholia, adı gibi melankolik bir ruh hâli üzerine inşa ediliyor. Film, Dünya’ya çarpması beklenen başıboş gezegen Melancholia’nın yaklaşmasıyla başlıyor. Trier, bu gezegenin gelişini bir metafor olarak kullanarak insanın içsel boşluğunu, kaygılarını ve nihai sona olan kaçınılmaz yakınlığını sorguluyor. Aynı zamanda filmin başındaki düğün sahnesi aracılığıyla da evliliği iki dünyanın çarpışmasına benzetiyor. Sonunda ya ortaya yeni bir gezegen yani yeni bir yuva/aile çıkacak ya da iki gezegen de yok olacak. Filmin başında, gezegenin Dünya ile çarpışacağını kesin olarak gösteren epik bir açılış sekansı yer alıyor. Bu sahne, iki sonuçtan birinin kaçınılmaz olduğunu belirterek tüm hikâyeyi baştan sona bir melankoli, ölüm ve varoluş/yok oluş bilinci çerçevesinde konumlandırıyor.
Yeni evlenen çift Justin ve Micheal, evliliklerini Justine’in ablası Claire’nın malikanesinde, görkemli bir davet ile kutluyor. Ancak bu iki kız kardeş, yapı itibariyle birbirlerine ters karakterde. Justine depresyona, drama ve melankoliye yakın ve yatkın bir kadınken, Claire ise kız kardeşine göre daha normal olan taraf. Justine’in düğün gününde ailedeki herkesin kendine has arızaları bir bir ortaya çıkmaya başlıyor. Bu sırada yörüngesinden sapan Melancholia gezegeni de yavaş yavaş Dünya’ya yaklaşıyor. Claire, kabul etmek istemese de Dünya’nın sonunun gelmeye başladığına inanıyor. Peki ama Dünya’nın sonunu görme korkusuyla nasıl yaşayacak? Bu durumu altı yaşındaki oğluna nasıl anlatacak?
Filmde Justine’in depresyonu, kişisel bir çöküşün sembolü. Film boyunca gittikçe daha umursamaz bir tavır sergiliyor ve yaklaşan gezegenin tehlikesine karşı kayıtsız görünüyor. Ancak bu kayıtsızlık, aslında Justine’in melankoliye olan derin bağlılığından kaynaklanıyor. Melankoli, ruhsal bir durum olarak kişinin dünyadan ve yaşamdan kopuk hissetmesi demek. Justine, zaten hayatın anlamını kaybetmiş bir karakter. Dolayısıyla Dünya’nın sonunun yaklaştığı haberi onu daha da rahatlatıyor. Bu bakış açısı, Trier’in depresyonu tasvir etme biçiminin de temeli. Justine, yaşadığı depresyon nedeniyle zaten bir sona yaklaşmış durumda ve gezegenin çarpması ona bir tür kurtuluş gibi geliyor.
Öte yandan Claire, Dünya’nın yok oluşu karşısında büyük bir panik ve korku içinde. Yaşamı boyunca kardeşi Justine’e kıyasla daha “normal” bir yaşam sürmüş ve yaklaşan kıyameti de kabullenmekte zorlanıyor. Claire’in paniği, yaşamın kaybı ve ölüm karşısındaki çaresizliği simgeliyor. Zaten Justine’in kayıtsızlığı ile Claire’in korkusu arasındaki bu tezatlık, filmin felsefi katmanlarından birini oluşturuyor. Trier, yaşam ve ölüm arasındaki bu dengeyi iki zıt karakter üzerinden işlerken, izleyiciye bir yandan ölümle yüzleşmenin soğuk gerçekliğini, diğer yandan da varoluşun anlamını sorgulatıyor.
Melancholia, Lars von Trier’in kişisel deneyimlerinden beslenen bir yapım. Filmde Trier, kendi depresyon deneyimlerinden ilham alarak melankoli kavramını derinlemesine incelemeye çalışıyor. Justine’in ağır depresyonu, Trier’in bu rahatsızlığı nasıl deneyimlediğini sinematografik bir anlatıma dönüştürüyor. Zaten filmle ilgili bir röportajında, depresyon tedavisi gördüğü dönemde yaşadıklarını filme döktüğünü söylemekten de çekinmiyor. Film boyunca kullanılan loş ışıklar, durağan kamera açıları ve ağır çekim sahneler, depresyonun durağanlığını ve kaçınılmazlığını görsel olarak yansıtıyor. Özellikle Justine’in düğün sahneleri, karakterin içsel çöküşünü dramatik bir şekilde gözler önüne seriyor.
Filmin en dikkat çekici görsel unsurlarından biri de açılış sekansındaki yavaş çekim sahneler. Bu sahnelerde, gezegenin çarpmasına doğru ilerleyen anlar bir rüya ya da kâbus hissi yaratıyor. Trier, bu sekanslarla yalnızca kıyametin yaklaştığını değil, ayrıca zamanın yavaşladığı, kaçınılmaz bir sonun yaklaştığı o melankolik ruh hâlini de anlatıyor. Bu sahneler, depresyonun zaman algısını nasıl bozduğunu ve dünyanın dışına itilen bir ruhun düştüğü durumu etkili bir şekilde tasvir ediyor. Sonuçta ölüm, hayatının baharında denebilecek bir insan için kıyamet, kanser gibi ağır ve acı verici deneyimler içeren bir hastalıktan muzdarip insanlar içinse bir kurtuluş. Kıyameti de böyle yorumluyor. Normal insanlar için kâbus, depresyondakiler içinse bir rüya.
Melancholia, sadece içeriğiyle değil, aynı zamanda estetik yapısıyla da izleyici üzerinde derin bir etki bırakıyor. Lars von Trier, filmi boyunca birçok sahneyi sanat tarihinden esinlenerek inşa ediyor. Özellikle Justine’in yatakta uzandığı sahne, John Everett Millais’in ünlü tablosu Ophelia’yı hatırlatıyor. Justine’in suya dalmış bir şekilde durduğu bu sahne, hem karakterin melankolisini hem de ölümle olan yakın ilişkisini simgeliyor. Yine filmde kullanılan geniş doğa manzaraları, Claude Monet ve Caspar David Friedrich gibi ressamların tablolarını andıran bir estetikle sunuluyor.
Trier, doğayı bir yandan büyüleyici bir yandan da tehditkar bir unsur olarak işliyor. Doğanın güzelliği ve insanın doğa karşısındaki küçüklüğü, film boyunca sürekli olarak izleyiciye hatırlatılıyor. Bu görsel estetik, filmin karanlık temalarını dengeleyen bir unsur olarak işlev görüyor ve kıyametin yalnızca korkutucu değil, aynı zamanda büyüleyici bir olay olduğunu da vurguluyor. Kısacası film, yalnızca bir kıyamet hikâyesinden ibaret değil; insan varoluşuna, psikolojisine ve ölümle olan ilişkisine dair atılmış derin bir sorgulama da.