The Vast of Night

Bilimkurgu Böyle de Çekilir: The Vast of Night

Çocukluğunuzdasınız, köyün karanlığında. Herkesin suratını belli belirsiz ay ışığı aydınlatıyor. Loşluğun hoşluğu ve tekinsizliği arasında gelip gidiyorsunuz. Çok iyi hikâyeler bilen aile büyüğü, fırsat bu fırsat diyerek başlıyor o meşhur hikâyelerinden birini anlatmaya ve öyle bir anlatıyor ki tasvir ettiği her ana, her yere tereddüt etmeden uğruyorsunuz. “Biliyorum bu hikâyeyi, daha önce de dinlemiştim ve bu sefer gerilmeyeceğim,” dediğiniz her yerde istisnasız geriliyorsunuz. Çünkü anlatısını geliştirmiş, işin içine daha çok sesi, daha çok karanlığı ve ortamın bütün elementlerini katmış, aynı ayın altında toplanmanızın verdiği cesareti ve yine de yalnız hissedebileceğiniz gerçeğini de unutmamış…

The Vast of Night, daha önce defalarca anlatılmış temas hikâyesinin gösterilmemiş bir versiyonu. Orijinal bir hikâye değilse de ait olduğu dönemin tüm ruhunu, o aile büyüğünün hikayeyi anlatırken kullandığı tekniğe sadık kalarak yansıtıyor. Karanlığın üzerine bilinmezliği, günün koşullarını ekliyor ve pastanın üzerine paranoya parçacıklarını serpiştiriyor. The Vast of Night’ın yönetmeni Andrew Patterson, kendini hikâyeyi anlatan o aile büyüğünün yerine koyuyor, hikâyesine izleyenin dâhil olması fikrini o kadar seviyor ki, filmi loş bir ortamda izlediğinizde kadrajlar, açılar ve sanat sayesinde filmin bir karakteri kadar hikâyenin içine girebiliyorsunuz.

The Vast of Night, alışkın olduğumuz %80’i CGI olan o büyük bütçeli bilimkurgu filmlerinden değil. Less is more felsefesini benimsemesiyle bir şeyleri göstermeden harekete geçen, o “şey” duygusunu çok güzel yansıtan ve hikâyenin kendisi kadar anlatımının da önemli olduğunu gösteren bir film. 1950’lerden kalma bir Philco televizyondan açılan film, o dönemin sonlarında herkesin herkesi tanıdığı küçük bir kasaba olan Cayuga, New Mexico’da geçiyor. 16 yaşındaki Fay (Sierra McCormick), yarı zamanlı santral operatörü. Teknolojiye ilgisi sayesinde yepyeni bir Westinghouse kayıt cihazı alıyor ve sezonun ilk lise basketbol maçı için tüm kasabanın toplandığı spor salonuna gittiğinde yerel radyocu arkadaşı Everett (Jake Horowitz) ile karşılaşıyor. Bu dostluk, hikâyenin merkezi için oldukça önemli. Faye ve Everett, şehrin diğer ucundaki spor salonundan Faye’nin çalıştığı telefon santraline kadar yürüyüp konuşuyor. Kamera sessiz bir üçüncü şahıs gibi onları takip ediyor, geziniyor ve söyledikleri her şeyi dinliyor. Bu kamera açıları, hikâyenin merkezindeki iki karaktere derinlemesine bakma fırsatı tanırken, ilk kez yönetmenlik yapan birinin elindeki malzemeyi ve daha da önemlisi iki yıldızına duyduğu inanılmaz güveni gösteriyor.

Faye, santralde sakin bir akşam geçirmeye hazırlanırken daha önce hiç duymadığı gizemli bir frekansı yakalıyor ve programının ortasında Everett’i arayarak ona sesi dinletiyor. Yaşadığı dar alanda iyi bir hikâyenin yokluğunu çeken Everett, canlı yayında bu gizemli sesi dinleyicilerine aktarıyor ve iki arkadaş, Mulder ve Scully gibi büyüyen ipuçlarını takip etmeye başlıyor. The Vast of Night, The Twilight Zone ve The Outer Limits gibi bilimkurgu korku antoloji yapımlarına saygı duruşu niteliğinde, hatta kendi kurgu jenerik açılışını da içeriyor. Ancak radyo dramalarına selam çaktığını da göz ardı etmemek gerek. Ustalara saygı yaklaşımıyla birleşen sanat algısı, estetik bir alacakaranlık kuşağı yapımı izliyormuşuz gibi hissettiriyor ve bu histe yönetmen Patterson kadar yetenekli görüntü yönetmeni M.I. Littin-Menz’in de katkısı var. Öyle ki çekimlerin planlanması, kayda alınmasından tam altı ay önce başlamış.

Altı ay çok gibi gelebilir ama Patterson’ın izleyiciyi dinlemeye, küçük ayrıntılara dikkat etmeye ve olay örgüsü için çok önemli görünmeyecek karakterlere odaklanmaya teşvik ettiğini anladığınızda kuluçka süresinin normal olduğunu kabul ediyorsunuz. Mesela Fay ve Everett’in yirmi dakikalık sohbetinin ardından, Fay’in santral odasında frekansı ilk duyduğu anı anımsayalım; kamera aniden ürkütücü bir şekilde hareketsizleşiyor ve arka planda izleyicinin dikkatini dağıtacak tek bir hareket dahi kalmıyor. Bu sayede kendimizi o küçücük santral odasında Fay ile aynı havayı solurken buluyoruz. Bir başka sahnede de Everett, bir hükümet komplosu hakkında kısık sesle hikâye anlatan bir yabancıdan telefon alıyor, bir süreliğine ekran tamamen kararıyor ve izleyici sadece sesin anlattığına odaklanıyor. Ya da radyoya bağlanan kadını ziyarete gittiklerinde, kadının başından geçenleri anlatırken dalıp bir süre eşinden bahsetmesi ve hiçbir şey olmamış gibi muhabbete yine kaldığı yerden devam etmesi ortamın renkleri ile de bu geçişe akışkan bir zemin hazırlıyor. Diyaloglar üzerine inşa edilmiş bir filmde diyaloglara doğal ortam seslerinin ve renklerinin de eşlik etmesi ve diyaloğun ayrılmaz bir parçası olarak akışta kendine yer bulması incelikli bir düşünce yapısının eseri. Bu incelikli düşünce yapısı sayesinde gizem ve gerilimin kol kola ilerleyebildiğini görüyorsunuz.

Gizeme gerilimi bulaştıran bir diğer detay da 50’li yılların sonlarında hüküm süren paranoya ortamının göz ardı edilmemesi. Sovyet işgali, CIA müdahalesi, uzaylı ziyaretçiler, gençlik yanılgıları… Ancak James Montague ve Craig W. Sanger‘ın yazdığı senaryo, bu gizemleri de yanıtsız bırakmıyor. The Vast of Night’ın en sessiz anları en gürültülü anları kadar etkili, gizem ve gerilim yüklü. Film, küçük bütçesine rağmen şaşırtıcı derecede sinematik ve ilk kez film çeken bir yapımcıda nadiren görebileceğimiz türden bir yaratıcılıkla dolup taşıyor. İzlerken Richard Kelly’nin Donnie Darko‘sunu, Rian Johnson’ın Brick‘ini ya da Jennifer Kent’in The Babadook‘unu hatırlatabiliyor; hepsi kartvizit filmleri işlevi gören, yönetmenlerin izleyiciye ellerinden gelen her türlü görselliği sunduğu kısmen küçük bütçeli yapımlar.

The Vast of Night’ın ilk yirmi dakikasındaki diyalogları sıkıcı bulanlar ve filmi şaheser olarak niteleyenler dışında gri bölgedeyim diyenler yok. Slow burn ilerleyişte uzun sekans diyaloglara gelemeyenler için uygun bir film olmasa da, izleyicinin hemfikir kaldığı bir konu var: Filmin müzikleri… Özellikle de çok tanıdık gelen Kaike Ena Sholio isimli o parça. Eserin sahibi A. Kostis, bir rebetiko / rembetiko (Yunan blues) efsanesi. Rebetiko bir müzik türünden ziyade ruhsal bir durum; kültür, gelenek ve sosyal kaygıların dışavurumu. Bu halk müziğinin bize tanıdık gelmesi, komşunun müziği olmasından ziyade köklerinin İzmir’de ortaya çıkması. İzmir’in geri alınmasından sonra Orta Yunanistan’a göçmeye çabalayan sığınmacılar, beraberlerinde kültür ve müziklerini de götürmüş. Sürgün bir müzik olan rebetikonun etimolojisi net olarak bilinmese de, merak etmek/düşünmekle ilgili Yunanca fiilden (rembazo) gelmiş olabileceği tahmin ediliyor.

Yönetmen Patterson ve müzik ekibinin incelikli zekâsı burada da devreye giriyor. Filmin müzikleri dönemin savaş sonrası ruhuna uygun seçilmenin dışında, kahramanları da tasvir edecek şekilde tasarlanıyor. Mesela rebetika etimolojisindeki merak etmek ve düşünmek, filmimizin kahramanlarının yakıtı ve bu yakıt onları ebeveynleri gibi köklerine bağlı kalıp aile kurmaya değil, göklerdeki gizemin peşinden koşmaya sürüklüyor. Dönemin şartlarına az da olsa ilginiz varsa ve iyi bir gerilim-gizem filmi izlemek istiyorsanız önce ışıkları kapattığınızdan emin olun…

Yazar: Serpil Şahin

"Eşek kadar kadın çizgi film mi izlermiş?" isyanına cevap olarak doğdum. Radyo ve TV ile başlayan iş hayatı, dergi ile devam etti ve 2006'dan bu yana dijital reklam sektöründe çalışıyorum. Hikâye kitapları (Aşk Yemeği Acılı Sever ve Yakıngörmez) yazdıktan sonra, şimdilerde bir roman üzerine çalışıyorum.

İlginizi Çekebilir

gittikce kotulesen film serileri 2

Gittikçe Kötüleşen Bilimkurgu Film Serileri #2

Pek çok bilimkurgu film serisi, unutulmaz bir başlangıçla bizi kendine bağladı. Geleceğin ihtişamına dair vizyoner …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin