“Toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli. Sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin. Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz, yanlış tarafa döndüğümüz noktaya. Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz; suları kirletmeden…”
Tarkovski’nin kült filmi Nostalghia’da, o meşhur tiradında böyle diyordu Deli. İnsanın kat etmesi gereken en uzun mesafe kendi kökleriyle arasında olandır. Varabileceği en uzak nokta, erişebileceği en üst seviye kendi özüdür. Kaydedebileceği en büyük gelişim başladığı yere dönmektir, Deli’nin de dediği gibi. 1996 Fransa yapımı La belle verte’de insanlık bunu başarmıştır, özüne dönerek ilerlemiştir. Bu yönüyle konu Aldous Huxley’in Ada romanıyla paralellik taşır. Filmin senaristi, yönetmeni, müziklerini besteleyen ve başrolünü üstlenen aynı isimdir: Coline Serreau. Bu yazı, 29 Ekim’de 77. yaşını kutlayacak olan Serreau’ya bir tebrik mahiyetinde de kabul edilebilir. Serreau’ya Vincent Lindon, Marion Cotillard, Paul Crauchet, Samuel Tasinaje, James Thierrée ve Claire Keim eşlik ediyor. Temeline bilimkurguyu alan film, bu noktadan hareketle komedi öğelerinin de yerinde kullanıldığı bir kapitalizm ve toplum eleştirisi, bir hiciv, kendine batırılan bir çuvaldız, bir aynaya dönüşüyor.
Hikâye, La belle verte‘de “Yeşil Güzel” adlı ılıman bir gezegende başlıyor. Buradaki insanlar kendi ütopyalarını başta bahsettiğimiz “öze dönüş”le kurmuşlar. Tıpkı Dünya’da bizim geçtiğimiz evreler gibi emekleme dönemlerinden geçip, her şeyin sadeleşirken derinleştiği üstün bir mertebeye ulaşmışlar. Doğayla iç içe, evleri bile olmadan yaşıyorlar. Toprağı ekip biçiyor, yiyecekleri pişirmeden yiyor, vejetaryen besleniyor, onları çekip çeviren kanunlar olmadan kendi kendilerine uyum ve nizam içinde hayatlar sürüyorlar. Bu anarşist ütopyada insan ömrü de uzamış. Coline Serraau’nun canlandırdığı ana kahramanımız Mila, 150 yaşında olmasına rağmen henüz orta yaşta gibi. İnsanlar 250 yılın üzerinde yaşayabiliyor. Hiçbir teknolojik alet kullanmıyorlar, zihinlerini terbiye ettikleri için buna gerek duymuyorlar. Hepsi telepatik ve “uzay matematiği” başta olmak üzere özel eğitimlerden geçiyorlar. Beyin kapasitesi aşırı gelişmiş “Rain Man”ler gibi, tahmin ve telepatiyi kullanarak hesap ve işlem yapabiliyorlar. Bedenlerini sporla sürekli zinde ve aktif tutuyorlar. Doğum oranını o yıl beklenen hasat miktarına göre belirliyorlar. Yani kaynakları ve ürettiklerini akıllıca kullanıyorlar. Ateşi bile sadece orak yapımı için yakıyorlar, ona ihtiyaçları kalmamış. Para gibi ilkel bir kavramı anlamıyorlar bile, hele de gıda başta olmak üzere hayati ihtiyaçların parayla satın alınması onlara korkunç geliyor.
“Endüstri çağımızdan sonra büyük yargılamalarımız ve boykotlarımız oldu. İnsanlar, hayvanlar, veyahut bitkiler için zararlı bütün şeylerin üreticileri soykırımdan ve gezegene karşı işledikleri suçlardan suçlu bulundu. Yiyecek ve kimyasal endüstrileri, silah endüstrisi, tütün, alkol, ilaç ve nükleer endüstrileri, araba üreticileri, mimarlar, birçok doktor ve politikacı, buna izin vererek zengin olan herkes yargılandı. İç savaş vardı ve sonrasında boykot geldi. İnsanlar zararlı olan hiçbir şeyi satın almamaya başladılar. Böyle şeyleri kullanmayı bıraktılar. Talep yok; üretim yok.”
Film gezegen sakinlerinin senede bir kez, farklı bölgelerden gelen delegelerle bir dağın tepesinde yaptığı festival havasındaki toplantıyla açılıyor. Bu toplantılarda bir nevi komün hayatı yaşayan halk, mahsullerini paylaşıyor, ihtiyaçlar belirleniyor, doğumlar-ölümler ilân ediyor, sonraki yıl için planlar yapılıyor, çeşitli gezegenlere yollanacak gözlemciler seçiliyor. İşte burada, iş Dünya’ya gelince kimse gitmek istemiyor, gönüllü çıkmadığından 200 yıldır gidilmemiş. Sebebi ise diğer gezegenlerle bilgi alışverişi yapabildikleri hâlde, henüz çok geride olan Dünya’da bunun mümkün olmaması ve Dünya’nın tehlikeli bulunması. Dünya’ya yapılan son yolculukta Mila’nın babasıyla beraber Napoleon dönemi Fransa’sına giden Osam’a (Paul Crauchet) o zamanlara dair gözlemleri sorulduğunda, “Gücün hükümranlığı, cinsiyet eşitsizliği, paylaşım yok, kıtlıklar… Çok açıktı ki iyileşmeleri yüzyıllar sürecek,” şeklinde umutsuz konuşuyor. Hatta hâlâ para kullanıldığına şaşırdıklarını, tekrar geldiklerinde gerekirse diye bir yere bir miktar altın sakladıklarını söylüyor. “Biz ayrıldığımızda sanayileşme çağı daha yeni başlamıştı,” diye de ekliyor. “O nedir?” diye sorulduğunda ise “Sanırım bizde 3000 sene önce vardı. İş, rekabet, gereksiz eşyaların seri üretimi, savaşlar, nükleer teknoloji, doğanın yıkımı, tedavi edilemez hastalıklar… Bir tarih öncesi dönemi,” diye cevap veriyor.
Bu sebeplerden Dünya’ya yapılacak yeni bir gezi kimseye cazip gelmiyor. Eşini yeni kaybeden Mila dışında. Mila çocuklarının itirazlarına rağmen tek başına Dünya’ya gitmek için gönüllü oluyor. Aslında onun Dünya’ya ilgisinin gerçek sebebini kimse bilmiyor. Mila’nın annesi bir Dünyalı imiş, doğumda ölmüş ve babası bebeği gezegenlerine getirmiş. Mila babasının ölmeden önce anlattığı bu hikâyeyi, gitmeden önce babasının Dünya’daki yol arkadaşı Osam’a sorarak doğrulatıyor. Bu nedenle Dünya’yı ve insanlarını merak ediyor.
“-Oh hiyerarşi, orada öyle bir şey de var! Erkekler kadınlardan daha iyi olduklarını düşünüyor, şehirliler köylülerden, yetişkinler çocuklardan, insanlar ise hayvanlardan ve bitkilerden daha iyi olduklarını sanıyor. Ve bir de ırklar var.”
Nihayet Mila’yı, beynine gerekli birkaç program yükleyip bir çeşit balonun içinde Dünya’ya ışınlıyorlar. Mila Dünya’ya vardığında önce ışınlandığı yerin hemen üstündeki ağaçları görüp hayran kalıyor. Ama bu hayranlık kısa sürede yerini şaşkınlığa bırakıyor. Her tarafta bizim beton dediğimiz “katı, gri şeyler” varken, doğru dürüst toprak görünmezken bitkileri nerede yetiştirdiğimizi merak ediyor. Bir kasap dükkânının vitrinini gördüğü zaman ürkerek, “Kadavra sergisi,” diyor ve etin ne sebeple satıldığını anlamıyor. İnsanların hâlâ etobur olduğunu öğrenince hayret ediyor. Konuştuğu insanlara, bir çeşit gerçeklik serumu gibi ya da bilinçaltını açığa çıkarıcı etki yapan bir sinyal gönderiyor. İnsanlar garip davranmaya, belki de bastırılmış duygularıyla hareket etmeye başlıyor. Neyi neden yaptıklarını sorguluyorlar, etraflarında daha önce gördükleri hâlde algılayamadıkları şeyleri, güzellikleri fark ediyorlar. Bazen vicdan muhasebesi yaparken bazen dürüstlük patlamaları yaşıyorlar. Mila’nın gezegeninde buna “bağlantı kesmek” diyorlar. Yani onları Dünya’ya fazlaca bağlayan şeylerden kurtarıp özgürce ve çılgınca davranmalarını sağlıyorlar; en azından bir süreliğine.
Hatta Mila, televizyonda bir politikacı konuşurken bunu yaptığında, az önce üretmenin kutsiyeti üzerine masal anlatan politikacı, birden asıl amaçlarının işsizleri sessiz tutup kendi ceplerini doldurmak olduğunu itiraf ediveriyor. Mila, gezegeniyle haberleşmek için telepati kullandığında Dünya’daki elektronik eşyalar iletişim süresince kontrolden çıkıyor. Hâlâ para kullanıldığı için babasıyla Osam’ın Notre Dame Katedrali’ne gizlediği altınları almaya gidiyor. Ve orada çarmıha gerilmiş İsa heykelini görünce içi ürpererek diyor ki: “Ah, bu bizim insanlarımızdan değil mi! Evet, evet, bu onlara 2000 sene önce gönderdiğimiz çarmıha gerilen delikanlı! Gerçekten bu İsa!” Daha sonra öğreniyoruz ki Dünya’ya gönderdikleri ve etkili figür hâline gelen tek isim İsa değil. Johann Sebastian Bach da onlardan biriymiş meğer?
Dünya’nın havası ciğerlerine, gıdaları midesine ağır geliyor. İnsanların yediği yiyeceklerle enerji alamayacağını anlayınca en temiz enerji kaynağına yöneliyor: Yeni doğmuş bebeklere. Hayır, elbette bebekleri yemiyor. Çünkü yeni doğmuş bir canlıya zarar vermek insan olan hiçbir insanın yeltenemeyeceği korkunç bir eylemdir. Mila’nın tek yaptığı onları kucağında şefkatle tutmak. Böylece hem bir nevi şarj oluyor hem de kendi enerjisiyle bebeği iyileştiriyor. Bunun için bir hastanenin yenidoğan servisine gizlice girip ateşi olan bir bebeği kucağına alıyor. Kendisini yakalayan hemşire Macha (Marion Cotillard) önce bebeğe zarar vereceğinden endişe etse de bebeğin ateşinin düştüğünü fark edip şaşırıyor ve sebebini bilmese de ona güveniyor. Burada Coline Serreau, tam da o sıralarda yeni sona ermiş Bosna Savaşı’nın yıllarca bitmeyecek acılarını filmine yansıtıyor. Mila’nın -yani kendisinin- kucağına aldığı bebek, Sırp tecavüzüne uğramış bir Boşnak mülteci kadına ait. Kadın yaşadığı korkunç travmanın ve “düşmanın çocuğunu doğurmanın” ağırlığıyla bebeği hastaneye terk edip gitmiş.
Filmin bazı Avrupa ülkelerinde sansüre uğradığını da belirtelim ki Batı’nın ikiyüzlülüğü ve Serreau’nun ne kadar doğru yere parmak bastığı daha iyi anlaşılsın. Macha, bebeğin sosyal hizmetlere verileceğini, sevgi ve şefkat göremeyeceği için ne kadar üzgün olduğunu, onu çok özleyeceğini söylediğinde, Mila ona neden bebeği alıp eve götürmediğini soruyor. Macha bunun imkânsız olduğunu, bir çocuğu öylece alıp götüremeyeceğini, bunun için belgelere ihtiyaç olduğunu anlatıyor. Bebeğin varlığına dair bir belgeye gerek olması Mila’yı şaşırtıyor. Bebek var işte, orada. Macha’nın verdiği cevap, çalınabilecek -ve hatta satılabilecek- kişisel verileri olmadan bir insanın yok sayılmasının mantıksızlığını ve haksızlığını yüzümüze vuruyor: “Akciğerleri, kafası, kalbi var, fakat belgeleri olmadan o yok.” Mila, daha fazla şey öğrenmek, Dünya’yı daha iyi anlayabilmek için aynı hastanedeki jinekolog Max’in (Vincent Lindon) bağlantısını kesiyor ve bu yeni Max’le beraber onun evine gidiyor. Mila’nın etkisiyle Max, karısı ve çocuklarıyla sorunlarını çözmeye başlıyor. Daha sonra Mila’nın iki oğlu da annelerinin peşinden Dünya’ya geliyor ve işler iyice Arap saçına dönüyor. Ama belki de en gelişmiş seviyenin basitlikte saklı olduğu gibi, her şeyin çözümü de bir o kadar basittir.
“Biz küçük gezegenimizde şanslıyız; tek ırk, tek iklim kolay. Onları daha az şanslılar diye göz ardı etmemeliyiz. Bizle ilgilenmiyormuş gibi görünebilirler, bize gerçekten mesajlar da yağdırmıyorlar zaten. Henüz iletişim kuramıyorlar, beyinlerini kullanmak yerine hâlâ bilgisayarlarla oynuyorlar.”
La belle verte, tasvir ettiği kusursuz dünya tablosuyla insanın içini açıp umut dolduracak kadar güzel ve zevkli bir yapım. Ama acaba gerçekten kusursuz mu o dünya? Distopya üretmek kolaydır çünkü insanlığın batmasının sınırı yoktur, insanın kötülük tarihi istediğimiz kadar çeşitlendirebileceğimiz örneklerle doludur. Ama herkesi memnun edecek o dosdoğru ütopyayı yazmak, kusursuz dünyayı inşa etmek neredeyse imkânsızdır. Burada da gözümüze çarpan hususlar var. Mesela Dünyalıları ırkçılık ve hiyerarşi konularında eleştirmelerine rağmen, Osam’ın dediğine göre Mila’nın annesinin Dünyalı olduğu bilinse onu Dünya’ya geri yollayabilirlermiş. Evet, küçücük bir bebeği. Mila buna şaşırıp kızdığında, “Beni kovar mıydınız yani?” diye sorduğunda Osam, “Dünyalıları burada sevmezler, gelişmemiş insanlarla yaşamak zor,” cevabını veriyor. Mila “gelişmemiş” lafına alındığında da, “Artık bizden birisin,” diye gönlünü almaya çalışıyor. Üstelik Dünya’ya zaman içinde ciddi müdahalelerde bulunmuşlar. Bach tamam da, İsa? Beğenmedikleri Dünya’yı karıştırmaktan geri durmadıkları gibi, ortaya çıkan sonucu da yine beğenmemişler. Bu kadar gelişmiş bir uygarlık için çok büyük falso.
Film, hiç “kör parmağım gözüne” yapaylığına girmeden eleştirilerini açıkça sıralamaktan çekinmiyor. Bunları örneklendirirken kullandığı dil de akıcı ve güzel. Yeşil anarşizm diyebileceğimiz bir düzeni resmederken, Henry David Thoreau’dan da esinlenmiş gibi bir hava veriyor. Mila’nın oğulları yanlışlıkla Avustralya’ya geldiğinde, doğayla uyum içinde yaşayan Aborjinler’le telepati kurup çok iyi anlaşıyor ve üzülerek ayrılıyor. Annelerine onlardan, “Çok güzeller, bizim kadar gelişmiş insanlar!” diye bahsediyorlar. Filmin “Güzel Yeşil”de geçen sahneleri zaten Avustralya’da çekilmiş. Mizah unsuru hiç sırıtmıyor, filmin bütünlüğüne, mesajın ciddiyetine halel getirmiyor. Hatta müzisyenlerin çılgın şovuna dönen klasik müzik konseri ve futbolcuların Bolşoy Bale’sine bağladığı maç harika kurgulanmış. Bu hâliyle biraz efsanevi Monty Python’un tarzını da andırıyor. Velhasıl özellikle yazan, yöneten ve oynayan isim Coline Serreau, söylemek istediklerini cesurca ve hiç yumuşatmadan aktarırken estetik ve doyurucu bir esere imza atmış. Bütün ekip de aynı şekilde üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiş ve hepsi elbirliğiyle farklı, özel, kült bir film ortaya çıkarmış.