The Postman ya da Türkçe adıyla Postacı, Amerikalı yazar David Brin‘in aynı adlı romanından uyarlanan 1997 yapımı post apokaliptik bir dönem filmi. Filmin başrollerinde, aynı zamanda yönetmenlik görevini de üstlenen Oscar ödüllü aktör Kevin Costner‘ın yanı sıra, Armageddon filminden de aşina olunabilecek Will Patton ve Olvia Williams bulunuyor. Türkiye’de eserin matbu yayımı Metis Bilimkurgu Dizisi‘nden yapılmış, uyarlaması ise 6 Mart 1998 tarihinde vizyona girmiştir. David Brin, Postacı’yı her ay bir bilimkurgu dergisinde parça parça yayımlamış, yani diğer bir deyimle tefrika etmiştir. Eser, Üçüncü Dünya Savaşı’nın sonrasında yaşananları konu alır. Amerika’nın teknolojisi neredeyse vahşi batı filmleri seviyesine gerilemiştir. Yerleşik düzen yıkılmış, devlet yok olmuş ve kaos tamamen hakimiyetini kurmuştur. Erk boşluğundan istifade eden birtakım güçler ise egemenliğini ilan etmiştir. Bu karmaşaya Mad Max: Fury Road benzeri bir girişle tanık oluyoruz. Nükleer yıkımın ve doğanın toparlamasının ardından oluşan düzen kendi tanıklarını da doğuruyor. İşte Postacı’ya bu sırada denk geliyoruz.
Gezginci oyunculuk yaparak geçimini sağlayan ve katırıyla birlikte kasabaları kateden bu adam, en son durağında Holn’cular olarak bilinen çetenin eline düşer ve esir edilir. Bu örgüt, yerleşik Amerikan hükümetinin yıkılmasının ardından kendi çabasıyla yükselen bir oluşumdur. Bölgedeki insanlar üzerinde tahakkümde bulunan, şiddetle kendini onaylatan silahlı bir örgüttür. Örgütü kuran General Bethlehem (Will Patton), Nathan Holn isminde bir yazarın fikirlerini öncü edinen ve önceki hayatından sıyrılarak kendi yolunu çizen bir adamdır. Bir köyde onun Shakespeare oyunları oynadığını görür, ama üzerinde durmaz ve köylüyü denetler. Amacı yalnızca üç asker ve erzak almaktır. Oysa ki Postacı hiç hesapta olmadan üçüncü kişi olarak dahil edilir.
Örgütün içindeki acımasızlık had safhadadır. Şiddetten yılan insanlar, korkuyla emirleri beklemektedir. Postacı ise kendisine bir çıkış yolu arayarak günlerini burada geçirir. Kendisine Shakespeare denilmektedir ve sürekli alay edildiği için kaçmaya can atmaktadır. Bu sıralarda yeniden General ile konuşunca kararını verir, ama nasıl kaçacaktır? Bu fırsatı bir av sırasında elde eder. Bir aslanın kayıp olduğu ve peşinden giden askerin aranması emri verilir. Tahmin edeceği üzere onu gönderirler. Yolda dönüş için kullandığı asma köprünün kırık olduğunu fark edince de aklı başına gelir, kaçmalıdır; atlar ve kaçışı başlar.
Kaçışı sırasında yağmurdan korunmak için bir arabaya sığınır. Arabada bir cesede rastlar, yanında ise mektuplar vardır. Uzun zaman önce gerçekleşen bir kaza olduğu açıktır. Kahramanımız, ölen adamın giysilerini ve mektupları alarak oradan ayrılır. Denk geldiği ilk kasabada bunu kullanmaya karar verir. Mektupları teslim edeceğini söyler, isimleri okur. Tanıdık bir isim duyulunca da kurtuluş biletine kavuşur. Artık Postacı’dır. Ama işler kısa sürede beklediğinden farklı noktalara varır. İnsanların çaresizlik içinde kavrulduğu bir çölde suyun umudunu taşıyordur; hal böyle olunca herkesin sevgilisi haline gelir. Kasabalı ona sorular sorar, o da cevaplar. Yeni hükümeti kuran Başkan Richard Starkey ve onun emirlerini uygulayan Postacı… Bu hikayeleri duyan kasabalı mektuplar yazmaya başlar. Postacı artık bir semboldür, fakat henüz farkında değildir. Üstüne üstlük yeni postacılar bile ortaya çıkar. Ayrıca düzenlenen eğlencede Abby (Olivia Williams) adında bir kadınla tanışır. Abby, kısır olan kocasıyla anlaşmış ve Postacı’nın kendisini hamile bırakmasını istemektedir. Bunu da başarır ama hikaye burada bitmez. Zaten Abby ile Postacı’nın ilişkisi filmin ikinci bir izleğini oluşturacaktır.
Kasaba kasaba dolaşan Postacı uğradığı yerlerde mektupları dağıtırken, General ve askerleri ilk köye varmışlardır. Burada insanların halinden kuşkulanınca da Postacı ismini öğrenirler. Yeni kurulan devletin bir neferidir ve insanlara umut dağıtmaktadır. General bundan hoşlanmaz ve harekete geçmeye karar verir. Dahası Abby’nin kocasını öldürüp kendisini de esir alır. Postacı’nın görevlendirdiği genç arkadaşı bu sırada kaçar. Abby ile birlikte harekete geçen General ise sonunda Postacı’ya ulaşır. Postacı, mektup teslim ettiği kasabanın yıkılmaması için pazarlık yapmaya niyetlenir. Fakat General pazarlığa yanaşmayınca ne kasabalıya acır, ne de ona. İşte tam bu noktada Abby devreye girer, korumanın tüfeğini alır ve bir şekilde Postacı’ya yardım ederek onu kurtarmayı başarır. Yolun devamı, Postacı, Abby ve bebeklerinin yolculuğuna dönüşecektir.
Abby ile tüm kışı zorlu şartlar altında geçirirler. Fırtınanın ardından açılan geçitten ilerlerken bir yabancıyla karşılaşırlar. Bu yabancıya göre Postacılık sistemi kurulmuş ve efsanevi Postacı da işin başındadır. Doğal olarak şaşırırlar ve onunla birlikte yola koyulurlar. Vardıklarında büyük bir kalabalığın toplandığına şahit olurlar. Baktıkları yönde ise Abby’nin kasabasında postacı olan genç adam durmaktadır. Hatırlar hemen adını, bu çocuk ona yardım eden o heyecanlı çocuktur; demek ki ardından yola çıkmış ve bunları o yapmıştır. Balkona çıkar ve Postacı’dan mektubunu okur. Bu mektup başlamakta olanın habercisidir ve Postacı’nın elini taşın altına koyma vakti gelmiştir.
Filmin iki ana mesajı bulunmaktadır: İlki doğru zamanda, doğru yerde olan kişilerin hayatlarının bambaşka yerlere varabileceği gerçeği. İkincisi ise iletişime yapılan vurgu. Absürt noktaları olsa da posta ve propaganda unsurlarının kullanımı dikkat çekici. Ayrıca öncü karakterlerin içinde bulundukları sosyal sınıf değişimi de önemli. General’in sıradan bir fotokopiciyken ordu yönetmesi ya da Postacı’nın gezgin tiyatroculuktan savaşçılığa, hatta komutanlığa terfi etmesi gibi… İzlek olarak ise parçalanmış ulus ve devlet gibi kavramları diriltilme çabası görülüyor. Örneğin Postacı ile Abby’nin bebeğinin aslında doğmakta olan ve uğruna mücadele verilen yeni devleti simgelediği ortada. Bebek doğuyor ve analojik olarak ulus da birleşiyor. Generalin bir sözü filmin yapısına dair fikir verir nitelikte. Güçlü bir düşman olarak kasabanın kapısına dayandığında Romalıların bir sözünden bahsediyor.
“Çocuklarını korkutmak için ne derlerdi bilir misin? Hannibal ad portas, yani Hannibal kapılarımızda…”
Olası bir nükleer savaşın çok yakın olduğu günümüzde, düğmeye kimin önce basacağını ve katlimizi ilan edeceğini bekliyoruz. Filmin sinematik ya da edebi yönü bir yana, yalnızca bu açıdan düşünülseydi belki de çok daha büyük etki yapabilirdi. Ama bir şeyi anlatmak ile anlatma çılgınlığına kapılmak arasındaki ince çizgiyi kaçırmamak gerekiyor. Edebiyatta nasıl günümüzde daha rafine anlatımlar tercih ediliyorsa, sinemada da aynısı geçerli. İzleyiciyi aptal yerine koyarak ona uzun uzun anlatmak yerine, düşünme imkanı vererek bütünleşmeye çalışmak daha akılcı. Filmin mesajları hoş olsa da, sırf bu anlatım hastalığı omurgayı zedeliyor ve izleme keyfini düşürüyor. Ayrıca karakterlerin kararlarının ve senaryonun vardığı noktanın da ucuz bir milliyetçilikle sonuçlanması hayal kırıklığına yol açıyor. Yine de pek çok mesaj taşıyan bir film olarak izlenmeyi hak ediyor.