Gil Kenan’ın yönetmenliğini yaptığı City of Ember, kıyamet sonrası dünyayı ele alan etkileyici bir görselliği ve ilginç bir konusu olmasına rağmen gişede istenen başarıyı yakalayamayan filmlerden. Tim Robbins ve Bill Murray gibi ünlü oyunculara ev sahipliği yapan film, bize distopik bir gelecek hikâyesi sunuyor. Jeanne DuPrau tarafından kaleme alınan The City of Ember adlı romandan uyarlandığını da hatırlatalım.
Filmde nedeni belirsiz bir küresel felaket yaşanıyor ve kurtulanların büyük bir kısmını barındıracak şekilde Ember adlı bir yer altı şehri inşa ediliyor. Felaketin ardından insanların tekrar Dünya yüzeyine çıkmalarını sağlayabilmek için belediye başkanlarının özenle saklayacağı ve 200 yıl sonra onları uyaracağı bir kutu da geliştiriliyor. Kutu, yedinci belediye başkanına kadar özenle saklanıyor, ancak geri sayıma devam ettiği hâlde unutulup bir köşeye bırakılıyor. Geri sayım bitmesine karşın Lina’nın evinde bulunan kutu, kapalı dolaplar ardında beklemeye devam ediyor. Öte yandan inşa edilen şehir de artık zamana karşı koymakta zorlanıyor, yavaş yavaş sorunlar ortaya çıkmaya, hatta yapılar yıkılmaya başlıyor. Lina ve Doon, şehirden çıkabilme hayali kuruyor ve kutuyu bulup içeriğini araştırmaya girişiyor. Daha sonradan babalarının da eskiden şehirden çıkmak için çalışmalar yürüttüğünü öğrenen iki arkadaş, Barrow’un da yardımıyla şehrin gizli kaçış mekanizmasını harekete geçirerek Dünya yüzeyine doğru gizemli bir yolculuğa atılıyor.
Film, felaketi gizemli ve belirsiz tutuşuyla dikkatimizi başka bir yöne çekiyor. Gerçekleşen felaketten kurtulmak mümkün olsa da, insanlığın karşısındaki en büyük tehlike aşırı gurur, kibir ve güç zehirlenmesine bulaşmış liderler olarak karşımıza çıkıyor. Bill Murray tarafından canlandırılan Başkan Cole karakteri bencil, kendi çıkarı dışında her şeye ilgisiz, sahip olduğu gücü de bu iktidarı korumak için kullanan, ABD özgülünde söylersek “kurucu babalara” benzemeyen cahil, aşırı hırslı bir yönetici profili sunuyor. Aydınlanma bireyleri olarak konumlandırılan kurucu babalara karşılık, yeni dönem çürümüş yöneticiler ideallerden uzaklaşmış, genel yarar ilkesini terk etmiş durumda. Onlara bu gücü veren ise filmde bir tür unutkanlık ya da halkın kendi özgüçlerine sahip çıkmadaki gönülsüzlüğü olarak beliriyor. Zaten filmdeki kahramanımız Lina’nın bir haberci, gazeteci olarak görevi de halka bu bilgiyi sunmak, onların yeniden hakiki bellek oluşturmasını sağlamak. Zaten bu özgüçlerine sahip çıkamadıkları için de yaşadıkları mekân, yani Amerikan rüyası bozulmaya başlıyor.
Filmdeki yer altı şehri, erken dönem sanayileşme yapılarını andırıyor. Film, oldukça otokratik bir yönetim altında çürüyen insanlığın araştırmacı ve sınırları zorlayıcı öncüler sayesinde zincirlerinden kurtulabileceği, kendi kapalı dünyasından sıyrılıp yeniden doğaya, güneşe ve maviliğe dönebileceği mesajını veriyor. Kahramanın filmdeki işlevi de bu çatışmanın yüklenicisi olması. Lina ve Doon, oldukça büyük engellerle karşılaşsa da sürekli biçimde şehrin bir sınır ve kriz döneminde bulunduğunu düşünerek bu problemi aşmaya çalışıyor. Dolayısıyla, filmdeki umut ilkesi gençlerin ve çocukların şahsında kurumsallaşıyor. Verilen mesaj açık: Daha iyi bir dünya ve toplum mümkün. Bunu toplumun geneli fark edemese bile, saygın başkanlardan birinin torunu olan Lina gibi seçkin ve iyi karakterli kişiler başarabilir.
Kıyamet sonrası filmlerde yer altı her zaman olumsuz çağrışımlarla yüklüdür. Bir yandan sığınaktır, kişileri tehlikelerden korur; bir yandan da aşırı korumacılığın getirdiği bir gerileme, kapanma, sınırlanma mekânıdır. Yeryüzünün ferah havası yeniden insanlıkla buluşmadığında bir mezara, ölüler diyarına dönüşür ki oranın yöneticisi de tıpkı Yunan tanrısı Hades gibi olumsuz lider özelliklerini öne çıkarır. Filmin mesajı, gelecek için en büyük tehlikenin kontrolsüz ve bencil liderler olduğu yönünde. Daha liberal, demokratik bir söylemi destekliyor ve bu aşamada toplumsal güçler yerine kurtarıcı kahramanın bir nevi harekete geçirici “bilgi meyvesini”, onun “kral çıplak” demesini gerekli görüyor. Yenilenme, temiz hava, kapana kısılmışlık, yerini hakiki unutulmaz deneyime, bir nevi Platon’un mağara alegorisindeki zincire vurulu trajik kahramanın gerçek güneşi görmesine bırakıyor.
Hakikat görüldüğünde geriye sadece “uyanış” kalıyor ki, film bunu bir zorunluluk olarak öne çıkarıyor. Kısacası City of Ember, tıpkı romanı gibi 11 Eylül sonrası dünyadaki otoriterleşme eğilimlerine karşı endişeleri dile getiriyor, insanlığa yeni bir diriliş ve uyanış öneriyor…