Bilimkurgu denildiğinde akla ilk gelen temalardan biri hiç şüphesiz Dünya gezegeninin dışına, Ay’a, diğer gezegenlere ve uydularına, komşu galaksilere ve uzayın derinliklerine doğru yapılan macera dolu yolculuklar. Fakat gezegenimizin iç kısımları da henüz keşfedilmeyi bekleyen bilinmeyenleriyle bilimkurgunun –ve fantastik kurgunun- kayda değer konuları arasında yer almakta. İşte şu an Netflix’in bilimkurgu filmleri envanterinde bulunan 2003 yapımı “The Core” (Çekirdek) adlı film de “subterranean fiction” (Yerin altıyla ilgili kurmacalar) janrı içinde değerlendirebileceğimiz modern bir anlatı. Filmin öyküsünü ve verdiği mesajları irdelemeden evvel, bu janrın tarihçesine kısaca değinmek faydalı olacaktır.
Yerin altıyla ilgili kurmacalara binlerce yıldır çeşitli kültürlerin mitolojilerinden ve efsanelerinden aşinayız. Bu söylencelere göre yerin altında karanlık, ateş ve cehennem imgeleriyle betimlenen –ölülerin toprağa gömülmesinin de etkisiyle- ayrı bir dünya gerçekliği bulunmakta. Bilimsel bilginin gelişmesiyle modern zamanlara yaklaştığımızda ise “hollow earth” (oyuk dünya) teorisi güçlenmeye başlıyor. Yer altının kilometrelerce derinliğinde ikinci bir dünya olduğunu, yeryüzü ile bu ikinci dünya arasında büyük bir boşluk bulunduğunu ve Dünya’nın kuzey ve güney kutuplarını bu iç dünyaya bağlayan gizli bir yolun varlığını iddia eden bu sözde teorinin –ki aslında en fazla hipotez payesini hak etmekte- bilimsel geçersizliği ise çoktandır bilinmekte.
18. yüzyılın sonlarından itibaren ciddi bilim insanlarınca bir kenara bırakılmış olmasına rağmen, hipotezin fantastik çekiciliği aralarında Jules Verne’in ve Edgar Allan Poe’nun da yer aldığı bazı yazarları etkilemiş. Edgar Allan Poe, 1838’de yayımlanan “The Narrative of Arthur Gordon Pym of Nantucket” (Nantucket’li Arthur Gordon Pym’in Hikâyesi) romanında kurgusunun merkezine doğrudan bu oyuk dünya hipotezini koyuyor. Bu romandan esinlenen ünlü yazarlar arasında Jules Verne ön plana çıkıyor. Verne’in, çocuklukta okunan klasikler arasında tartışılmaz bir yere sahip olan ve ilk kez 1864’te yayımlanan “Dünya’nın Merkezine Yolculuk” –ya da eski basımlarda “Arzın Merkezine Seyahat”- adlı eserinde, Dünya’nın içindeki ikinci dünyada Avrupa büyüklüğündeki bir okyanus, dev mantarlar ve çeşitli yaratıklar okuyanların hayal gücünü besliyordu. Oyuk dünyaya kurgusunda yer veren son dönem filmleri arasında ise 2019 yapımı “Iron Sky 2: The Coming Race” dikkat çekiyor.
“The Core” filmi, kurgusunu oluştururken gezegenimize dair son güncel jeoloji bilgilerine yaslanıyor. Yönetmenliğini Jon Amiel’in yaptığı film, gezegenimizin manyetik alanında yaşanmaya başlanan anomalilerle açılışını yapıyor. Kuşlar, Alfred Hitchcock’un efsanevi filmini anımsatırcasına çılgınca davranışlar sergilemeye, binaların camlarına çarparak ölmeye başlıyor. Vücutlarındaki kalp pili ile hayatta kalan insanlar, bu biyonik cihazların bozulmasıyla aniden kalpleri durunca yığılıp kalıyorlar. Sayesinde adres sormanın tarihe karışmak üzere olduğu GPS’te (Küresel Konumlama Sistemi) yaşanan hesaplama hatası yüzünden, NASA’ya ait bir uzay gemisi yanlışlıkla neredeyse Los Angeles şehir merkezine çakılacakken son anda pilotun ustaca manevrasıyla kurtuluyor. Atmosfer de bu manyetik bozunmalardan etkileniyor elbette ve dünyanın çeşitli bölgelerinde muazzam büyüklüklerdeki yıldırımlar çarptığı her yeri yıkarak yok ediyor.
Film ilerledikçe, yaşanan bu felaketlerin sebebinin Dünya’nın eriyik demir çekirdeğinin dönüşünün durması olduğunu anlıyoruz. Bilindiği üzere, bir gezegenin merkezinde henüz soğumamış ve dönen demir bir çekirdeğin varlığı o gezegende manyetik alanın oluşabilmesi adına elzem. Eriyik demir bir çekirdeğin hareketinden ötürü devasa bir dinamo misali ürettiği manyetik alan, bulunduğu gezegeni koruyucu bir zırh gibi sararak o gezegeni yıldızının yok edici radyasyon rüzgârlarından koruyor. Eğer Dünyamızın da kendi ürettiği böyle bir manyetik alanı olmasaydı, Güneş rüzgârları yeryüzüne dek ulaşarak hayatın filizlenmesine giden yolun önünü daha en başından tıkardı. Hatta Güneş Sistemimizde bulunan diğer bazı gezegenlerin yüzeyinde hayatın yokluğunun bir açıklaması da Dünya’daki gibi bir manyetik alanın yokluğu. Hal böyle olunca, filmde karakterlerin çözmesi gereken sorunun aciliyeti de kendisini belli ediyor. Eğer Dünya’nın dönmesini durduran çekirdeğinin hareketini bir şekilde yeniden tetikleyemezlerse birkaç ay içinde manyetik alanından yoksun, çırılçıplak kalacak gezegende Güneş’in radyasyonu bitki, hayvan ve insan, bütün yaşamın sonunu getirecektir.
Böylece hemen hemen her anlatının omurgasını oluşturan “yolculuk” ana teması filmde de ortaya çıkıyor. Bilim insanlarından oluşan bir ekip, devlet desteğiyle yapımı hızlandırılan (yaklaşık 50 milyar dolar masrafla) son teknoloji ürünü bir araçla Dünya’nın merkezine doğru zorlu bir kurtarma seyahatine çıkarlar. Yanlarında taşıdıkları nükleer bombaların üretilme amacı bir zamanlar dünyayı yok etmekti, fakat bu sefer bu bombalar dünyanın merkezinde patlatılarak dünyanın duran kalbinin adeta bir elektroşokla hayata dönmesi amaçlanmaktadır. Elbette ki böyle bir yolculuğa çıkacak aracın, gezegenin iç kısımlarındaki aşırı yüksek sıcaklığa ve basınca dayanacak ölçüde güçlü olması da gerekmektedir. Filmde bunu sağlamak için “unobtainium” (elde edilmesi imkânsız anlamında) adlı bir madde uydurulmuş. Bu hayali madde, etrafındaki sıcaklığı enerjiye dönüştürerek aracın da hareketini sağlamakta.
Dikkat! Bu Kısım Spoiler – Sürpriz Bozan İçerir!
Filmi izlerken Dünya’nın çekirdeğinin dönüşünün durmasında bir bit yeniği olduğunu, kendi kendisine böyle bir olayın birden bire gerçekleşmesindeki garipliği hissediyorsunuz. Film de ortalarına doğru bu gizeme bir açıklama getiriyor. “D.E.S.T.I.N.I.” (Deep Earth Seismic Trigger Initiative) –“Derin Dünya Sismik Tetikleme İnisiyatifi”- adlı, ABD ordusunun yürüttüğü gizli bir projenin bütün bu felaketlere neden olduğunu öğreniyoruz. Bu proje dünyanın çeşitli bölgelerinde yapay yollarla deprem üretmeyi hedefliyor. Fakat ateşle oynayan çocuk misali, ordunun bu sorumsuzca deneyleri yüzünden “cin şişeden çıkıyor” ve dünyanın manyetik alanını oluşturan çekirdeğin dönüşü kazara (!) duruyor.
Filmde, dünyanın manyetik alanının yok oluşundan ötürü yaşanan felaketlerin kamuoyunda serbestçe tartışılmasının önüne geçmek için de dünyanın en becerikli hackerlarından biri tutularak, onun hazırladığı ve bütün iletişimi sansürleyecek bir yazılım virüsü internete yükleniyor. Çünkü dünyanın sonunun geleceği bilgisi açığa çıkarsa, bunun büyük bir kaosa sebep olacağı malum. Bu yüzden, dünyanın merkezine yapılan ve sonunda büyük zorluklara rağmen başarıyla tamamlanan kurtarma operasyonu ve “terranot” adı verilen mürettebatın isimleri de gizli tutuluyor. Fakat film biterken, bazıları yolculuk esnasında yaşanan aksaklıklardan ötürü hayatını da kaybeden bu kahramanların tarihte isimsiz olarak kalmalarına gönlü razı gelmeyen hacker karakterin, tüm bu yaşanılanlara dair bütün resmi belgeleri internete “sızdırdığına” şahit oluyoruz. 2006 yılında dünya gündemine oturan “Wikileaks” hadisesi düşünüldüğünde (Julian Assange’ın öncülüğünde dünyadaki hükümetlere ait gizli yazışmaların açığa çıkması), 2003 yapımı film ile gerçek hayat arasında ilginç bir retrospektif bağ da istemeden kurulmuş oluyor.
Spoiler – Sürpriz Bozan Bitti, Gözlerinizi Açabilirsiniz!
Filmde izleyicinin merakla beklediği sahneler hiç şüphesiz, unobtainium ile kaplı araç dünyanın derinliklerine doğru yol alırken iç kısımlarda karşılaşacağı manzaralar. İçimizdeki çocuk, Jules Verne’in romanındaki gibi dev mantarlar, acayip yaratıklar umuyor elbette ama film bilimin sınırlarında kaldığı için böyle fantastik şeyleri görmüyoruz. Fakat magma tabakasındaki lav göletleri ve yüksek basınç altında oluşmuş elmas ormanları ile renkli kristaller, CGI kalitesi biraz düşük olmasına rağmen yine de bekleneni veriyor diyebiliriz. The Core filminin çekim sürecinde Cal-Tech Üniversitesi’nden Dr. David Stevenson bilimsel danışmanlar arasında yer alan isimlerden. Kendisi bu filmden önce de yıllar boyunca dünyanın kabuğunun altı, jeolojisi ve çekirdeği ilgili bilimsel araştırmalar yürütmüş biri. Dr. Stevenson NASA’nın sadece dünya dışı uzay yolculuklarına değil, dünyanın iç kısımlarına da robotik seferler düzenlemesi gerektiğini savunuyor. Gerçekte dünyanın merkezine doğru yolculuk edecek “insansız” bir araç nasıl olabilir konusunu irdelediği bir makalesi de filmin çıktığı yıl Nature dergisinde yayımlanmış.
Filmin Türkçe karşılığı olarak orijinal isimdeki ses benzerliğinden yararlanarak “Kor” denilmiş ama aslında “Çekirdek” daha doğru bir çeviri olurdu. Yine de “kor” kelimesinin dilimizdeki “ateş” telmihi de dünyanın iç kısımlarındaki yüksek sıcaklığı anıştırmasıyla aslında cuk oturmuş. Bilim ilerledikçe doğaya ve evrene dair bilinmeyenlerin perdesi gittikçe aralanıyor. Bu perdenin aralanmasında spekülatif bilimkurgu eserlerinin katkısını göz ardı edemeyiz. The Core filmi de bu bağlamda bilimkurgunun odağını uzayın derin boşluğundan ayaklarımızın altına, dünyanın iç kısımlarına, dönmesi durduğunda yok olacak manyetik alanla beraber gezegendeki canlı yaşamın da yok olacağı çekirdeğe çeviriyor. Çünkü oralarda da henüz bilmediğimiz çok şeyler var…
Yararlanılan Kaynaklar: