Görsel efektler yerine temelde yatan fikirlere odaklanan düşük bütçeli filmlerin çoğu zaman “blockbuster” tabir edilen dev bütçeli filmlere taş çıkaracak kadar iyi olduğu bir gerçek; Moon ve Dark Star akla gelen ilk örnekler. Elbette bu durum her zaman geçerli değil, ama geçerli olduğu durumlarda da filmde emeği geçenlerin o yaratıcı enerjisi kendini hemen belli ediyor. Öte yandan kimi zaman fikirlerin bir yerlerden aparma olduğu hissedilebiliyor, Rob York‘un yönettiği Magellan‘da da durum böyle. Farklı yapımlardan cömertçe aldığı öğelerin üstüne kendinden hiçbir şey koymayı başaramadığı gibi, mevzubahis öğeleri tatmin edici bir şekilde birleştirip sunmaktan da uzak. Film birçok büyük soru ortaya koyuyor, ama bunlara doyurucu cevaplar sunmakla pek ilgilenmiyor.
Filmin geçtiği dönemin öncesinde olanların çoğu açılışta bir anlatıcı vasıtasıyla aktarılıyor seyirciye, ki bunlar da genelde bildiğimiz şeyler: Örneğin insanlığın evrende neden yalnız olduğu tartışılıyor. Bu sorunun cevabını bulmak için Güneş Sistemimizin uzak köşesine bir keşif seferi düzenleniyor. Bu sekanslar da gayet uyduruk görünüyor, yerçekimi yokluğunun etkilerini sadece bir kez görebiliyoruz örneğin. Astronot görev komuta merkezine ‘NASA‘ diye hitap edip duruyor. Dünya’yı ve mekiğin dış kısımlarını aslında gayet güzel yansıtan kaliteli CGI efektlerin aksine, uzay gemisinin iç kısımları düz beyaz fonda çekilmiş. Film genel olarak sürükleyici olsa bu gibi ufak tefek şeyler gözardı edilebilir elbette, ama film iki buçuk yıl ileri atladığında bunun olmayacağı da ortaya çıkıyor.
Kumandan Nelson‘a (Brandon Ray Olive) dış uzayda üç farklı noktadan yayılan yapay sinyallerin kaynağını araştırması gibi sıra dışı bir görev veriliyor. SETI projesi, bu ilginç fenomenin kaynağını ve doğasını tespit etmeyi başarmıştır: Sinyallerin biri Satürn’ün uydusu Titan‘dan, biri Neptün’ün uydusu Triton‘dan, sonuncusu ise Eris adlı cüce gezegenden yayılmaktadır. Nelson elbette bilinmezliği keşfedeceği bu görevi kabul ediyor, ancak neden tek başına gönderildiğini veya göreve 10 yıl gibi bir uzay görevi için aşırı kısa sayılabilecek bir süre biçildiğini ve bu sinyal konumlarına beş yılda nasıl ulaşmayı planladıklarını sormak aklına bile gelmiyor.
Bu uzay seyahati için hızın nasıl mümkün hale getirildiğini açıklamak bir yana, asıl sıkıntı Nelson’ın görevde tek başına olması. Bunun pek de uygulanabilir olmaması şöyle dursun, başka bir karakterin olmayışı da yol boyunca hiç karakter gelişimi ve kişilik çatışmaları göremeyeceğimiz anlamına geliyor. Nelson’a yoldaşlık edecek bir bilgisayar var, ama o bile kişilikten yoksun. Yolculuk sırasında etkileşime geçtiği YZ sesleri olan Ferdinand ve Neil pek de ilgi çekici değiller. “Tüm zorluklara tek başına göğüs geren karakter” geçmişte gayet iyi şekillerde işlenmiş bir klişe olsa da, burada yetersiz kalıyor. Nelson’ın en büyük derdi karısı Abigail (Whitney Palmer), onu da ara ara bir melodram içinde kocasıyla konuşurken görüyoruz. Ancak bu bile çok iyi işlenmemiş, Nelson karısının dertleriyle çok da yakından ilgileniyor gibi görünmüyor. Bu olamamışlık hissi tüm görev boyunca kendini belli ediyor.
İşler kaçınılmaz olarak hızlanmaya başladığında ise Nelson her bir hedefe görece kolaylıkla ulaşıyor, her nokta arasında birkaç ay derin uykuda kalıyor o kadar. Ne görevleri yapma konusunda çok zorlanıyor, ne de yolculuk boyunca psikolojisi çok yıpranıyor; “görev için biçilmiş kaftan demek ki” diye düşünüyoruz haliyle. Her sinyal kaynağında bulduklarının da üstesinden kolaylıkla geliyor, bunlar ister metan gazı gölleri, ister ekstrem hava koşulları, isterse de zorlu yerçekimi ortamları olsun fark etmiyor. Her hedefe yörüngeleri nedeniyle ulaşması gereken kısıtlı bir zamanı var, ama bu kısıt bir şekilde asla sorun olmuyor. Dramatik fedakârlıklar veya verilmesi gereken zorlu kararlar yok, çünkü, evet bildiniz, zaten tek başına. Nihayet gizemli sinyallerin kaynağına ulaştığında ortaya çıkan yeni gizem öğeleri oluyor, ama bunların dışında sürükleyici hiçbir şey yok. Birazcık “uzayda tek başına kaldığı için deliren uzman” klişesi bile çok iş yapabilirmiş oysa.
Nelson’ın bilimsel açıdan kötü kararları bile içinden çıkamayacağı büyük sorunlara yol açmıyor. Rahatlıkla protokolü umursamayıp aptalca seçimler yapabiliyor. Ortada bir tür “kötü adam” söylentisi dolaşıyor, arada sırada rakip Çinli uzay ajansının kendi uzay gemilerini fırlatmalarının veya Nelson’ın uzay gemisinin bilgisayarlarını hacklemeye çalışmalarının bahsi geçiyor. Bu aslında iki rakibin zamana karşı yarışı olarak sunulsa işe yarayabilirmiş, ama gözardı edilen ve hikâyedeki eksikliği çok da fark edilmeyen bir hikâye öğesi olmaktan öteye gidemiyor. Üstelik, güya tüm insan ırkının kaderini belirleyecek bir görevde, böyle bir rekabet konusu da sırıtıyor. Sonu gelmeyecekmiş gibi duran video kayıtları kısa sürede sıkıcı ve tekrarlayıcı bir hâle bürünürken anlatım öğeleri yetersiz kalıyor.
Arada sırada işlerin daha da heyecanlandığı sekanslar da yok değil. Bazı uzaylı yerleşimleri yarı dijital, yarı gerçek dünya yapılarından oluşuyor, bu da doyurucu bir estetik değişiklik sunmayı başarıyor. Filmin ortaya koyduğu fikirler ve hikâye gelişimi film boyunca tuhaflık seviyesine kaçmıyor. Fakat aynı zamanda kuru ve gerçek bir ağırlıktan da yoksun hissettiriyor, fikirleri aldığı filmlerdeki sürükleyiciliği burada hissedemiyoruz. Esinlendiği kaynakların üstüne bir şey koymuyor, onları anlamaya çalışmıyor.
Interstellar da müthiş özgün değildi, ancak Magellan ondan aldığı görsel ve müziksel sufleleri anlamaya çalışmadan kullandığı için, bunları özgün bir hikâye biçimine sokmayı başaramıyor. Belki boyunu aşan, potansiyelinin çok ötesindeki hedeflere ulaşmaya çalışmak yerine bir adım geri çekilip insanî öğelere odaklansa ortaya çok daha iyi bir iş çıkabilirmiş.