Fransız sinemasının çağdaş auteur yönetmenlerinden Claire Denis’in ilk bilimkurgu (aynı zamanda ilk İngilizce çektiği) filmi High Life, 2018’de Toronto Uluslararası Film Festivalinde seyircilerle buluşmuştu. Anlam itibariyle “yüksek (seviyedeki) hayat” demek olan High Life, Claire Denis’in aktardığına göre büyüdüğü Fransız Afrika sömürge bölgesinde siyahilerin beyazların yaşamları için de kullandıkları bir tabir. Film, tabu konulara eğilmesi ve insan doğasının vahşi gerçekliğini sergileyen oldukça cesur sahneleriyle tiksinti ve hayranlık spektrumunda ayrışan farklı tepkiler aldı. İdam cezasına çarptırılan bir grup mahkumun, ölümden kurtulmak karşılığında derin uzaydaki bilimsel üreme deneylerinde kobay olmalarının öyküsünü anlatan filmin başrollerinde romantik vampir film serisi Alacakaranlık’tan bildiğimiz Robert Pattinson (Monte) ve usta oyuncu Juliette Binoche (Dr. Dibs) oynuyor. İlk kez bu filmde kamera karşısına geçen ve aslında Pattinson’un çocukluk arkadaşının kızı olan bebek oyuncu Scarlett Lindsey’in (Willow) performansı da yaşından beklenmeyecek derecede enfes.
High Life, uzayda geçen diğer büyük bilimkurgu filmlerinden –mesela 2001: Uzay Destanı veya Interstellar- en başta “steril” olmamasıyla ayrılıyor. Bundan kastımız, uzay gemisindeki mahkum yolcuların gündelik hayatlarındaki insani durumlarının sansürlenmemesi: Dışkılama, kadınların regl görmesi, mastürbasyon, yeni doğum yapan bir kadının memelerinden akan süt vb… Claire Denis’in kamerası, kan ve erkeklerin menileri dahil olmak üzere derin uzayda işlemeye devam eden insan bedeninin biyolojik bütün sıvılarını açık açık göstermekten çekinmemiş. Başka bir yönetmenin elinde kolaylıkla “uzay pornosu” olabilecek sahne çekimleri, Denis’in sanatsal dokunuşuyla lirik -ama tekinsiz- bir erotizme dönüşmüş.
Film, uzay gemisinde yalnız olduklarını anladığımız bir baba (Monte) ve bebek kızı (Willow) ile başlıyor. Henüz “baba” bile diyemeyen küçük kızına Monte’nin öğretmeye çalıştığı ilk kelime, esasında High Life filminin de irdelediği ana meseleyi özetliyor: Tabu. Freud, “Totem ve Tabu” adlı meşhur eserinde, dilbilim kökeni itibariyle Polinezya dillerinden gelen tabu kelimesinin karşıt iki anlama sahip olduğunu açıklıyor: “Bir yandan kutsal, kutlulaştırılmış, öte yandan kaygılandırıcı, tehlikeli, yasak, kirli…” Monte, kendisini anlamasa da dinleyen kızına asla çişini içmemesini, kakasını yememesini anlatıyor; o esnada geri dönüşüm tankına ikisinin dışkılarını boşaltıyor olması ise bir ironi. Yaptığı işle ağzından çıkan lafın çeliştiğini fark etmesiyle, geri dönüşümden geçse bile bunu yapmaman lazım diye ekliyor.
Ancak derin uzayda kıt kaynaklarla yol alırken, vücudun en pis atıkları bile gözden çıkarılamayacak kadar değerli olduğu için bu büyük “tabuyu” kırmak zorundalar. Böylelikle küçük kızına ilk uzay dersini veriyor: “Ama bu tabular senin için geçerli değil.” Monte haklı, çünkü toplum içinde yaşayan bir insan, içselleştirdiği tabulara uymakla yükümlü. Eğer uymazsa hem toplum tarafından kınananacak hem de kişi kendisini rahatsız hissedecek. Ama uzayda babasıyla büyüyecek bir Willow için, insanlığın uygarlaşma sürecinde hayvanlardan kendisini ayrıştırırken inşa ettiği tabuların bir geçerliliği yok. Film boyunca zaten yıllar geçip kızı büyüdükçe Monte’nin tabular konusundaki iç sorgulamalarına şahit oluyor seyirci. Filmin çoğu izleyiciyi rahatsız eden tartışmalı kısmı da burada devrede giriyor.
Claire Denis, -Freud’un ifadesiyle- insanlığın en büyük tabusu olan “ensest”e, asla açıkça olmasa da sahne çekimlerindeki imalı açılar yoluyla hep göndermede bulunuyor. Zaten film hakkında yapılan bir röportajda Denis’in kendisi de filmin neye dair olduğu sorusuna cevap verirken, cümlesinin sonunda “film ensesti de elbette içeriyor” diye ekliyor. Willow, ileri teknolojiyle donatılmış bir uzay gemisinde doğmuş olsa da, bu gemide ergenliğe giren ve büyüyen, babası dışında bir insanı tanımayan bir hayvan-insan aslında. Ve evlerinde evcil hayvan besleyen kişilerin de rahatlıkla gözlemleyeceği üzere, hayvanların tabuları yoktur. Monte bir sahnede küçük kızı uyurken “istesem seni bir kedi gibi boğabilirim” derken de hiçbir dış otoritenin var olmadığı, sadece içsel bir otorite olarak vicdanın yürürlükte olduğu, ama onun da tıpkı geminin ekranında dünyadan kesik kesik gelen görüntü sinyalleri gibi yer yer kesintiye uğradığı kendi trajedisiyle yüzleşiyor aslında.
High Life, doğrusal olmayan anlatımıyla, geçmişin ve geleceğin iç içe geçtiği, adeta fraktal bir olay örgüsüne sahip. İzleyenlerin bir kısmı için filmin anlaşılmasını zor kıldığı gerekçesiyle eleştirilen bu durum, insan zihninin gerçek işleyişine aslında daha yakın. Monte, bebek Willow ile uzay gemisindeki yaşamını sürdürürken gördüğü bir nesne, mesela duvardaki bir iz ya da gemide artık kullanılmayan bir oda vb. ile hafızasındaki o geçmiş anı hatırlıyor. Böylece seyirci de uzay gemisinin önceki sakinleri ile tanışıyor ve hangi yaşanan hadiseler sonucu Monte ile Willow’un uzay gemisinde tek başlarına kaldıklarını anlıyor. Bu karakterler arasında en çarpıcı olanı ise hiç şüphesiz, gemideki diğerleri gibi kendisi de bir idam mahkumu olan Dr. Dibs.
Juliette Binoche’in muhteşem oyunculuğuyla canlandırdığı karakter, bilimkurgudaki “şeytani bilim insanı” tipolojisini anımsatırcasına, bu dönüşü olmayan yolculuğun ana nedenlerinden biri olan üreme deneylerini yegane hayat amacı haline getirmiş durumda. Başarılı olmak içinse hiçbir etik sınırı tanımıyor. Filmin en çarpıcı sahnesi, fragmanda da bir kısmı yer alan Binoche’in mastürbasyon yaptığı an. Uzay gemisinde, “sexbox” adı verilen, hem kadınların hem erkeklerin kullandığı, mekanik vibratör, dildo, yapay kadınlık organı gibi aparatlarla donatılmış mastürbasyon kabininde, tıpkı bir ayini yöneten şaman gibi kendisinden geçiyor. Bu sahnede de normal koşullarda diğer filmlerde yer aldığında “steril” olarak verilen cinsellik, en yoğun haliyle ter, erkek mahkumlardan önceden alınıp depolanmış sperm gibi vücut sıvılarının ve kaslı çıplak insan bedeninin ayrıntılı bir sunumuyla resmediliyor. Zaten High Life’ı sinemada +18 kılan da bu ayrıntılı görsel betimlemeler.
Derin uzaya bilime hizmet ederek kefaret sağlamaları için yollanan bu idam mahkumlarının bulunduğu 7 numaralı gemide –ki buradan başka radikal deneyler için yollanan diğer gemilerin de olduğunu anlıyoruz- bir diğer amaç ise, dünyadaki enerji sorununa bir çözüm bulacak bazı sonuçlar elde etmek. Elbette mastürbasyon kabinindeki biyo-mekanik deneylerle olacak bir iş değil bu, geminin nihai güzergahının bir kara delik olduğunu öğreniyoruz. (Merak etmeyin, fragmandaki kara delik görüntülerinden ve filmin tanıtım cümlelerinden bunu bildiğimiz için bir sürpriz bozan-spoiler’a maruz kalmadınız.) Kara delikten bir kuyudan su çeker gibi enerji sağlamak için onun yörüngesinde dolanırken, filmde de bahsi geçen “Penrose sürecinden” yararlanılmaya çalışılıyor. (Kara deliklerden nasıl enerji elde edilebileceğine ve Penrose sürecinin nasıl işlediğine dair ayrıntılı bilgiye buradan erişebilirsiniz)
Claire Denis, filmin kurgusunda kara deliğe yer vermekle bildiğimiz anlamda fizik kurallarının geçersiz olduğu, tekilliğin ardındaki uzay ve zamanın sıfırlanan doğasına değinmek istediğini söylüyor. Kısacası kara delik, High Life gibi insan doğasının cinsellik ve şiddet gibi unsurlarının uç noktalarını keşfe çıkarken tabuları sorgulayan bir filmde, evrendeki hiçbir kuralın geçerli olmadığı bir mekânın metaforik temsiline dönüşüyor. Elbette evrende hiçbir fiziksel kuralın olmadığı bir yerde, uygarlığın toplumsal kodları da geçerliliğini yitirdiği için tabular iptal oluyor denilebilir. Başka bir yorumla, kara deliğin filmin tematik boyutuna uygun olarak seksüel çağrışımları da düşünülebilir.
Psikolojik ve sosyolojik mesajlarının çarpıcılığına ek olarak, kara delikler ve kozmoloji alanında uzman Fransız astrofizikçi ve filozof Aurélien Barrau’dan film için bilimsel destek alınmış. High Life’taki uzay gemisinde yer çekimini sağlamak için ivmelenmeden yararlanıldığı filmde dile getiriliyor, gemi ise ışık hızının %99’una varan bir hızda hareket ediyor. Bu durum da elbette geminin içinde geçen zamanla geride bıraktıkları ve bir daha dönemeyecekleri dünyada geçen zaman arasında Einstein görecelik ilkesinden doğan bir farka yol açıyor. Gemideki yaşam destek ünitelerinin çalışmaya devam etmesi için her 24 saatte bir bilgisayara rapor kaydedilmesi zorunluluğu mevcut. Bu raporlardan birinde uzay gemisinde 6750 yerel gün (yaklaşık 18 yıl) geçmişken dünyada 76861 gün (yaklaşık 210 yıl) geçtiği söyleniyor. Filmdeki kara delik sahnelerinde tekilliğin ardındaki altın sarısı ışığın tasarımı sanatçı Olafur Eliasson’a ait. Sanatçının atölyesinden bu ışığın tonunu içeren diğer eserlerinin görüntüleri buradan görülebilir. Adeta görsel bir şölen olan bu renge filminde yer vermesiyle Claire Denis, diğer uzay bilimkurgu filmlerinin berrak ve saf görselliğine meydan okumak istediğini dile getirmiş.
High Life, dokunduğu tabu konularla ve cesur sahneleriyle izleyenleri iğrenenler ve hayran kalanlar olarak ikiye bölse de, yönetmen Claire Denis karşımıza kült olmaya aday bir film çıkarmış. Gelecek yüzyılda önce Güneş Sistemi’nde, sonra da yeni bulunacak teknolojilerle Güneş Sistemi dışındaki derin uzayda yolculuklar ve kolonileşmeler hız kazandıkça, insan psikolojisinin binlerce yıldır uygarlık tortusu altında uykuya yatmış karanlık yüzleriyle karşılaşmamız hiç de mantıksız değil. İşte High Life, her başarılı bilimkurgu eserinin yaptığı gibi, gelecekte gerçekleşmesi olası toplumsal ve psikolojik olayları şimdiden işleyerek bir erken uyarı görevi görüyor.
Yararlanılan Kaynaklar:
- Totem ve Tabu, Sigmund Freud
- IMDb
- Claire Denis ve Robert Pattinson ile filme dair yapılan bir söyleşi