Bir dönemin şöhretleri tıpkı gökteki yıldızlar gibiydi. Göz alıcı, gizemli ve ulaşılmaz. Sinema perdeleri, konser salonları, dergilerin sayfaları ya da televizyon programları onları görebileceğiniz yegane yerlerdi. Bu ulaşılmazlık ve gizem perdesi yıldızlara insanüstü bir hava katıyor, hayranları tarafından adeta tanrısal bir ilgi görmelerini sağlıyordu. Beatles, Marilyn Monroe, James Dean, Maradona ve daha niceleri…
Ancak günün birinde hayatımıza giren internet her şeyi geri dönüşü olmayacak biçimde değiştirdi. Sanal dünyayla bağ kuran yeni iletişim araçları, iletişim kuramcısı Marshall McLuhan‘ın (internet ortada yokken) öngördüğü gibi sınırları ortadan kaldırdı ve dünyayı küresel bir köye (Global Village) dönüştürdü. İletişimin bu yeni ortamları şirketleri, eğitimi, alışverişi, ilişkileri, meslekleri, devlet hizmetlerini, kısacası aklınıza gelen her şeyi yeni baştan şekillendirdi. Gelecek bilimci Alvin Toffler‘in Üçüncü Dalga adlı eserinde bahsettiği gibi yeni değerlerin, teknolojilerin, yaşam biçimlerinin ve haberleşme yöntemlerinin etkisiyle yaratılan bu yeni dünyada yeni fikirlere, benzetmelere, sınıflandırmalara ve kavramlara ihtiyaç vardı.
Şöhret olmak da bunlardan biriydi. Artık üne kavuşmanız için James Dean gibi yakışıklı olmanıza ya da Jimi Hendrix gibi gitar çalmanıza gerek yoktu. Milyonlar hemen yanı başınızda, yalnızca bir tık uzağınızdaydı ve kurduğunuz bir cümle ya da çektiğiniz kısacık bir video bile gözlerin bir anda size çevrilmesine yetiyordu. Üstelik gerçekten yetenekli olup bu “anlık ünlü”lerin arasından sıyrılanlar için de artık işler eskisi gibi yürümüyordu. Gizem perdesi yırtılmış, bir dönem tanrı gibi göklere çıkartılan yıldızlar aramızda dolanmaya başlamıştı.
Yatak odalarında kullandıkları kremden alınlarında çıkan sivilceye kadar her şeyleri gözler önüne serilmişti. Siyaset, spor ya da herhangi bir konuda attıkları saçma sapan bir tweet, Instagram’da paylaştıkları makyajsız bir fotoğraf onların da bizler gibi etten kemikten olduğunun kanıtıydı. Kısacası kurallar kökten değişmişti. Acımasız medyanın ve emformasyon sağanağı altında her şeyden çabucak sıkılan insanların dikkatini çekmek eskisi kadar kolay değildi.
Hayranlarının sosyal medyada acımasız eleştirilerle intihara sürüklediği porno yıldızlarının var olduğu bu sanal dünyada, yakalanan ünün (daha doğrusu tanınırlığın) sürdürülebilmesi için insan neleri göze alabilir, ne kadar ileri gidebilir, kendinden ne kadar ödün verebilir? Bir Netflix filmi olan 2018 yapımı Cam (Kamera) bu soruyu bizler için yanıtlıyor.
Bir korku filmi olarak sunulsa da Cam, yeni medyanın toplumsal roller üzerindeki çarpıcı (yer yer yıkıcı) etkilerini gözler önüne sermesi bakımından bilimkurgu sinemasına dahil edilebilir. Film sanal dünyanın var ettiği yeni bir meslek sektörü ve bu sektörde yükseklere tırmanmaya çabalayan kamera kızı Alice üzerine yoğunlaşıyor. Alice popüler elli kızın arasına yükselebilmek için her sanal gösteride çıtayı bir tık yukarıya koymaktan çekinmiyor. Hatta izleyici çekebilmek için bedeninde kalıcı hasarlar oluşturabilecek performanslar bile sergiliyor. Bir sahnede takipçilerinin yoğun isteği üzerine çatalı bıçağı bırakıp eti elleriyle, adeta vahşi bir hayvan gibi yemeye başlıyor. Kısacası ününü (tanınırlığı) artırmak için her gün kendinden daha fazla ödün veriyor. Her gün biraz daha kendine yabancılaşıyor. Tıpkı Gregor Samsa gibi her gün biraz daha kendi olmaktan çıkıp başka birine dönüşüyor.
İşte tam bu noktada Alice’in kimliği (Lola) tıpatıp ona benzeyen bir kız tarafından çalınıyor. Alice ne yaparsa yapsın yerine bir başkasının geçtiğini kimseye kanıtlayamıyor. Elinden, kendi olmaktan çıkıp dönüştüğü o diğer kişiyi izlemekten fazlası gelmiyor. Üstelik bu kişi sanal gösterilerde Alice’in bile cesaret edemeyeceği kadar ileriye gidiyor. Bu durumda insanın kendine yabancılaşmasının yanı sıra, sosyal medyanın hakkımızda bizi sanal olarak yeni baştan yaratabilecek kadar çok veriye sahip olduğu gerçeği de ürkütücü bir biçimde karşımıza çıkıyor. Attığımız tweet’ler, yüklediğimiz fotoğraflar, gelişmeler hakkında yaptığımız yorumlar, beğeniler, alışverişler, sohbetler düşünüldüğünde bu işin hiç de zor olmadığını kabul etmemiz gerekiyor.
Özet olarak Cam, dikkatsiz izleyiciler için artı on sekiz sahnelerle ve argo kelimelerle dolu bir film olarak görülebilir; ancak üzerine kafa yorduğunuzda farklı okumalara açık, düşündürücü ve oldukça da ürkütücü. Cam’i adını andığımız yazarları araştırarak ve bahsettiğimiz konuları göz önünde bulundurarak izlemenizi tavsiye ediyoruz.