Post-Apokaliptik Bir Senfoni: The Noah

Büyük bir felaket ve yıkım sonrası dünyadaki insan yaşamının büyük oranda ortadan kalkmasının akabindeki olayları konu alan post-apokaliptik imgelerin ilk motiflerinden biri hayatta kalanların bu yeni yaşama uyumuyla ilgilidir. Sıklıkla modern kent yaşamında bu felaketi atlatan kahraman ya da kahramanlarımız bütün isteklerin yerine getirilebilir gibi göründüğü ve kimsenin olmadığı bu “bolluk” zamanında cennete düşmüşçesine mutlu görünür. Bütün kent, bütün dünya onundur. Marketten dilediği kadarını alır, istediği aracı kullanır, istediği evde kalır… Uygarlığın birey üzerinde psikolojik baskısı bittiğinde içgüdülerin, arzu ve beklentilerin sınırsızca doyurulma imkânı doğmuş gibidir. Zaten sıklıkla post-apokaliptik filmlerin giriş kısmı bolluk zamanının, sınırsız arzu ve beklenti içindeki Id’in tatminini ortaya koyar.

Bununla birlikte, çok geçmeden arzu fenomeninin toplumsal bağlamı belirmeye başlayınca birey ne yapacağını bilemez. Rakiplerin varlığıyla beraber elde edememe, başarılı olamama tehlikesi ortaya çıktığında post-apokaliptik dönemin sıklıkla yeni Adem’i görünen kahramanımız birden melankoli duygusuna saplanmaya başlar. Sürekli kendi Havva’sını bulma uğraşı verir ve olaylar gelişmeye başlar. Bu durum bize uygarlık fenomeninin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Ya kimliğin bağlandığı bu insan(lar) bulunamazsa ne olacak? Bu durumun çok tipik bir örneğini Daniel Bourla’nın yönettiği The Noah (1975) filminde de görüyoruz.

Noah (Robert Strauss) nükleer savaş sonrası hayatta kalmış bir askerdir. Radyasyonun henüz bozmadığı bir adaya ulaşan Noah, eski Uzak Doğulu sakinlerinden teslim aldığı adayı hemen “işgale” başlar. Yıkımdan sonra ne kaldıysa; ev, araba, binalar, onlara çekidüzen verip bir asker edasıyla adaya düzen getirmeye çalışır. Sonunda göndere çektiği bayrağın önünde üniformasıyla selam durup her şeye hazır olduğunu gösterir. Artık bütün mesele bir zaman meselesi gibidir. Bununla birlikte bir süre sonra hayatı belirli döngülere hapsolmaya başlar;  içinden atamadığı iç sıkıntısı onu boğar. İçine düştüğü yalnızlıktan nasıl kurtulacağını bilemez.

Bir süre sonra gaipten sesler duymaya başlar ve Noah’lıktan Robinsonluğa geçiş yaparak kendine bir Cuma (Friday, Geoffrey Holder) edinir; Cuma ekranda görünmez sadece sesi vardır. Daha sonra onunla da yetinmez, bu hayali arkadaşına da bir hayali arkadaş edindirip Cuma-Anne (Friday-Anne, Sally Kirkland) yaratır. Beraber parti düzenleyip eğlenirler. Noah yeni misafirlerinin fazla yakınlaşmasından rahatsız olduğunda onları sürgüne gönderip öğrenciler edinir. İnsanlığın öğretmeni olmaya soyunmuş gibidir. Onlar da yetersiz kaldığında, Noah hayali askeri operasyonlara imza atarken uygarlık zihninde baştan sona bir senfoni, yıkımın senfonisini çalmaya başlar. Ölüm kapıya dayandığında ise Noah’ın beklemekten başka çaresi kalmaz.

The Noah filminin belki de en önemli noktası bu toplumsallıktan kopan bireyin hazin durumunu gözler önüne sermesidir. Post-apokaliptik filmlerde yalnızlık başta davetkâr, sonrasında bunaltıcı, nihayetinde ise gerçek rakip ve müttefiklerle kaçınılması mümkün bir şeydir. Yönetmen Bourla, oldukça iyi bir sinematografi ve tek kişilik bir oyuncuya dayanan anlatı düzeniyle seyirciyi hiç sıkmadan yıkım sonrasının senfonisini yazar. Apokalips terimi ikincil düzeyde yenilenme gibi anlamlara sahipse de, Noah’ın en büyük sıkıntısını çektiği durum uygarlığın bıraktığı mirastır. Yeni yerleştiği, bir nevi fethettiği mekan aslında sol ideolojinin ikonik figürlerinin fotoğraflarıyla doludur. Karl Marx, Friedrich Engels, Mao Zedung ya da Vladimir Lenin kahramanın gündelik yaşamında sürekli beliren imgelerdir. Onlardan rahatsızlık duymaz ama yeni yarattığı hayali kahramanlarının da belirli bir hiyerarşi ve ayrım içinde yaşamasını da gözetir. Her birine ayrı ayrı tuvalet yapıp kullanıcıların isimleri belirtilir. Sonuçta kıyamet sonrasının dünyası eşitlikçi olacak diye bir kural yoktur.

Noah gürleşen sakalıyla işler çığırından çıkıp bu dünyaya bir düzen getirilmesi gerektiğinde ise Tanrı’nın sesini duyduğu denizden, adanın hayali insanlarına emirler yayınlar. “Yapmayacaksın”larla anlam bulan bu kurallar, onun giderek peygamberleştiği, sakallı halinin filmde Marx’ın sakallı görüntüsüyle yan yana konulmasında olduğu gibi seküler-mistik görünüm elde eder. Yeni dünyanın lideri, peygamberi, büyük komutanı olarak yaşadığı çelişkilerden, toplumsalın asla kurtulunamayan imgesinden kaçamaz Noah. Çıktığı büyük askeri seferi sona erdirmek istediğinde ağır ağır gelen tehlikeyle psikolojik olarak başa çıkma mekanizmalarını da tüketmiş görünür.

Aslında Noah, uygarlık bitmiş olsa da onun gücünün bir kişinin şahsında nasıl süreğen bir şekilde devam ettiğinin göstergesidir. Tek bir kişi bile hayatta kalsa, bir önceki uygarlığı ortadan kaldıran unsurlar varlığını sürdürür. Böylece apokalipsin yan anlam olarak ifade ettiği yenilenme, tıpkı pek çok post-apokaliptik filmde olduğu gibi bir yenilenme değil, eskinin tezahürü olarak karşımıza çıkar. Kahramanın serüveni bilindik olanın yeniden keşfi, başarısızlığın tekrarı gibi görünür. Bourla’nın eseri bu konuda oldukça kötümser görünse de, büyük savaşlara ev sahipliği yapmış bir yüzyılın son çeyreğinde vizyona giren bir filmin, Soğuk Savaş’ın ortasında çok da iyimser olmasını beklemek mümkün değildir.

Bourla uygarlığın yok oluşunun şafağında, onun mirasının ve sesinin yankısının bitmediği bir durumda yenilenmenin mümkün olduğuna pek inanır görünmez. Yaşamın yeniden gözden geçirilişi bir özdüşünüşe yol açmadığında yıkım döngüsel bir şekilde karşımıza çıkmaya devam etmektedir. Noah’ın da içine düştüğü durum aslında budur. Gemisiyle çıktığı adaya insanlığın son canlılarını değil, yıkıcı son imgelerini, ölümün çığlığını getirir. Bu çığlığın sonunda sessizliğe dönmesi ise bir açıdan normaldir. The Noah nükleer savaş sonrası hayatta kalan tek kişi olan Noah’ın yalnızlığını dayanılır kılmak için geçmişin imgelerini ve hayali arkadaşlarını yeniden yaratışını resmeder. Yitip giden uygarlık bir adamın zihninde çılgınca bir karmaşadan ibarettir. Filmin son sahnesi bugün pek çok insanda beliren duygunun imgesel bir yansımasıdır belki de. Yıkım sonrasının psikolojisine bakış için güzel bir film.

Yazar: Mikail Boz

Ömrünün yarısını ne yapacağını, kalan yarısını da ne yaptığını düşünerek geçirmek istemeyen bir yersiz yurtsuz... Bilimkurguyu da bu yüzden seviyor...

İlginizi Çekebilir

Villiers de l'Isle-Adam

Yazar, Şair ve Ressam: Villiers de l’Isle-Adam

Fransız sembolist yazar Auguste de Villiers de l’Isle-Adam (1838-1889), gizem, korku ve felsefi idealizmin derinliklerine …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin