Stanislaw Lem’in unutulmaz eseri bugüne kadar üç kez sinemaya uyarlandı. Rus yönetmen Andrei Tarkovki tarafından 1971 yılında yapılan uyarlama, genellikle Steven Soderberg tarafından yapılan 2002 yapımı uyarlamaya yeğ tutulur. Tarkovski filminin başarılı olduğunu kabul etmekle birlikte, bana göre her iki film de sinemanın ifade olanaklarını tam olarak kullanmamış ve son tahlilde romanın hakkını verememişlerdir.
Bunun nedeni olarak kısmen romanın felsefi ve psikolojik yapısını, kısmen de teknolojik olanakların yetersizliğini gösterebiliriz. Ancak Tarkovski’nin tersine Sodenberg bu olanaklara sahipti. 2002 yılında dijital efektler sinemada başarılı bir biçimde kullanılıyordu. Ancak Sodenberg belki romanın alt yapısını tam olarak anlayamadığından, belki de romanın özüne sinmiş düşünselliği tam olarak kavrayamadığından, sinemanın olanaklarını gerektiği kadar devreye sokamamıştır. Bunun bir nedeni de Sodenberg’in uzay istasyonunu gerçekçi bir yüksekliğe (yani yüzeyden 300-400 km yukarıya) oturtmasıdır. “Bunun nasıl bir etkisi olabilir, elbette uzay istasyonu bu yükseklikte olmalıydı,” diyebilirsiniz, ama kitaptaki Solaris İstasyonu’nun gezegenden yüksekliğinin çok daha az olduğunu unutmayalım. (En fazla birkaç kilometre.) Bunun böyle olmasının bir nedeni vardı. Solaris, romanın ana kahramanıdır ve her an göz önünde olmalıdır. Nedenini yazının içerisinde açıklayacağız.
Aşağıdaki alıntı kitaptan:
“Birkaç sıra belli belirsiz delikle bezenmiş bir madeni dev, gezegenin yüzeyine yerleşmemiş bir halde havada asılı duruyor, altındaki koyu lacivert yüzeye elips biçiminde kapkara bir gölge düşürüyordu. Okyanusun ölgün bir devinimle oynaşan arduvaz rengi minicik dalgalarını artık seçebiliyordum.”
Buradan da anlaşılacağı üzere, Solaris istasyonu yüzeyden dalgaların görülebileceği uzaklıkta, havada asılı durmaktadır. Oysa Sodenberg’in filminde Okyanus’a uzaydan bakıyoruz. Bunun olumsuz yanı, gizemli okyanusun davranışlarını yansıtmaya olanak tanımamasıdır. Sodenberg sadece yarım daire biçiminde yapılar göstermiştir bize. Filmdeki kullanılan görüntülerin SOHO uydusunun çektiği Güneş görüntülerinden esinlendiği açıktır. Oysa Solaris gezegeni (Okyanus), içinde manyetik fırtınalar gerçekleşen gizemli bir plazmadan ibaret değildir. O, düşünebilen, bilinçli bir yaratıktır. Dahası tüm gezegen devasa bir beyindir. Hatta otistik bir yarı tanrı bile diyebiliriz onun için. Otistiktir, çünkü iletişime kapalıdır. Öte yandan insanların bilinç altlarındaki korkuları analiz edip, canlı varlıklar (canavarlar) halinde somutlaştırabilecek kadar derinlemesine (neredeyse tanrısal) bir kavrayış ve bilgiye de sahiptir. Kısaca budala bir savant gibidir.
Solaris için rahatlıkla Lem’in başyapıtıdır diyebiliriz. Eserde, gizemi insanlar tarafından bir türlü çözülemeyen Solaris adlı bir gezegen anlatılmaktadır. Gezegenin tüm yüzeyini kaplayan okyanusun bilinçli bir canlı olduğu düşünülmektedir. Bu, olağanüstü güçlere sahip bir varlıktır. Örneğin iki güneş etrafında döndüğü halde yörüngesi stabildir. Gezegenin kendi yörüngesini ayarlayabildiği düşünülmektedir. Kendi yörüngesini stabil hale getirecek bilişsel ve fiziksel güçlere sahip, ancak iletişim kurmak istemeyen bir varlıkla karşı karşıya olan bilim insanları, var güçleriyle onun gizemini çözmeye çalışmaktadır. Ancak bu konuda pek fazla bir ilerleme kaydedemezler. Sonunda okyanus yüzeyini güçlü x ışınlarıyla bombardımana tutmaya karar verirler. İşte dananın kuyruğu da burada kopar. Bu bombardımanın ardından istasyonda çalışan bilim insanlarına birtakım “canavarlar” musallat olur. Anlaşılan odur ki okyanus, insanlarla savaşmak için kendine özgü bir yöntem geliştirmiştir. İnsanların bilinç altlarını okuyarak oradaki korku ve utançları somut varlıklara dönüştürmüştür.
Peki, okyanusun bilinçli olduğunu nereden anlarız?
Bunun ilk belirtisi kuşkusuz gezegenin kendi yörüngesini ayarlamasıdır. İki yıldız etrafında döndüğü için yörüngesinin stabil olmaması gerekir, ancak gezegen bir şekilde yörüngesini ayarlamaktadır; yani çözümü imkansız derecede zor olan “üç cisim problemi”ni çözebilmektedir. (Günümüz bakış açısıyla, çift yıldız etrafında stabil yörüngelerin olabileceğini biliyoruz. Ancak, Solaris’in yazıldığı dönemde bilim insanları bu yörüngenin kaotik olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü üç cisim probleminin matematiksel çözümü bulunamıyordu.) Demek ki Solaris’teki okyanus, üç cisim problemini çözebilen ve sonra da yörüngesini ayarlamak için gerekli fiziksel kuvvetleri ortaya çıkarabilen muazzam bir beyne sahipti. Bunun yanı sıra, okyanusta zaman zaman tuhaf yapılar gözlenmektedir. Bu yapılar, günümüz bakış açısıyla buradakine benzer fraktalları andırmaktadır. Bu fraktal yapılar kitapta “Canavarlar” adlı bölümde uzun ve ayrıntılı biçimde tasvir edilmektedir. Lem, bu yapılara “bakışıkçalar, uzatankaslar, öykünceler, çevikçeler” gibi fantastik isimler verir. Yine kitaptan alıntı yapalım:
“Herhangi biri benzeri olguları, diyelim Yer’de çamur püskürten bir yanardağda küçültülmüş boyutlarda gözlese, ‘doğanın eğlentisi’, kör güçlerin rastlantısal gösterisi sayardı bunları.”
Bu alıntıdan da anlaşıldığı üzere Lem bu yapıları Solaris’in kullandığı araç ya da modeller olarak tasarlamıştır. Doğadaki süreçler, ilk bakışta rastlantısalmış gibi görünen matematiksel modellerden başka bir şey değildir. Bütün oluşumlar matematiksel yasaların (ya da denklemlerin) kılavuzluğunda biçimlerini kazanırlar. Su damlalarının küre biçiminde olması, hortumlardan fışkıran su sütunlarının parabol biçimini alması, Güneş püskürmelerinin yay biçimli köprüler oluşturması doğal süreçlerin sonucudur. Gerçekte doğadaki olguları, ardında yatan matematiksel düşünce biçiminin bir yansıması olarak görebilirsiniz. Bir problemi bilgisayar simülasyonuyla, ya da matematiksel modellerle anlamak yerine, doğadaki oluşumları gözleyerek de benzer sonuçlara varabilirsiniz. Kısaca, doğanın bizzat kendisini bir bilgisayar gibi kullanabilirsiniz. Örneğin kuş kanatları uçma probleminin doğa tarafından ortaya konmuş fiziksel çözümüdür. Akışkanlar ve kum yığınları da keza partikül sistemlerini temsil eden diferansiyel denklemlerin doğa denen olağanüstü bilgisayar tarafından verilmiş çözümleridir. Lem’in Solaris’i yazarken kafasından aşağı yukarı buna benzer düşünceler geçtiği anlaşılıyor. Ancak Sodenberg’in uzaktan ve belli belirsiz gösterdiği gezegen bu firikleri yansıtmamaktadır. Günümüz bilgisayar teknolojisi sayesinde bilinçli okyanus çok daha etkileyici biçimde görselleştirilebilirdi. Sodenberg bu fırsatı kaçırmıştır. Hatta böyle bir fırsatın var olduğundan bile haberi yok gibidir. Kısaca bu olanak Sodenberg tarafından es geçilmiştir.
Sodenberg’in filminde aksayan başka yönler de vardır. Bunlar, Solaris gezegeninin insanlara yönelik psikolojik savaşıdır. Yani gezegen, kendisini x ışınlarıyla incelemeye kalkan bilim insanlarının bilinç altına saldırı düzenlemektedir. Böylece onları odalarına hapsetmekte, düşünemez, nefes alamaz hale getirmektedir. Kris, Solaris’e bir müfettiş sıfatıyla gidiyor. Ancak orada kendisine de bir “canavar” musallat oluyor. Gezgen, Kris’in beynini o uyurken inceliyor ve en ciddi travmasını tespit ediyor: İntihar eden bir eş, yani Rheya… Ardından Rheya’yı tam da Kris’in anımsadığı şekliyle, hatta sahte düğmeli elbisesi içinde Kris’e gönderiyor. İstasyonda kalan (biri ölmüş) üç bilim insanının da kendilerine musallat olan somut hayaletleri vardır, ama onlar bu hayaletlerinden utandıkları için kimseye göstermemeye çalışırlar. Ancak, bunda da tam olarak başarılı olamazlar. Hatta Kris’i “başkalarına gösterebileceği bir hayalete sahip olduğu için” neredeyse kıskanırlar.
Bu travma meselesi, her iki filmin de merkezine yerleştirilmiş. Oysa, benim görüşüme göre, filmin merkezinde Solaris’in kendisi olmalıydı. Çünkü, Lem bu romanı, karmaşık bir otistik tanrı (Solaris Gezegeni ya da kısaca Okyanus) ile iletişim kurmanın imkansızlığını anlatmak için yazmıştır. Lem bu konu üzerinde çok fazla durmuştur. Kitaptaki “Canavarlar” adlı bölüm, Solaris’in düşünce biçimi, düşünme sırasında oluşturduğu yapılar ve onunla iletişim kurma çabalarına ayrılmıştır. Hatta, belki de bir çok insanın sıkıcı bulabileceği bu bölümler, bana göre bilimkurgu edebiyatının doruk noktalarıdır. Lem, anlaşılması güç ve hatta imkansız, çarpıcı derecede bizden farklı varlıkları anlatmada kullandığı felsefi ve edebi dil ile okuyucularını adeta hipnotize etmektedir.
Aşağidaki şu kısa alıntı onun niyetini apaçık ortaya koyar:
“İlk araştırma yıllarında bilim adamları, sözcüğün tam anlamıyla öyküncelerin üzerine atılmışlardı. Okyanusun açık penceresi, iki uygarlık arasında umutla beklenen iletişimi kurmanın en iyi olanağı diye söz ediliyordu bunlardan. Ama kısa sürede kabullenmek zorunda kalınmıştı ki en küçük iletişim umudu yoktu, çünkü tüm süreç birtakım biçimlerin tıpkıüretimiyle başlayıp yine öyle bitiyordu. Bir çıkmaz sokaktı öykünceler.”
Bu cümle, Solaris Bilimiyle uğraşanların, onu anlama çabalarının imkansızlığını güzel bir şekilde örneklemektedir.
Kanımca her iki yönetmen de filmlerinin odak noktasına Kris ve Rheya arasındaki telafisi imkansız travmayı yerleştirmekle hata yapmışlardır. Çünkü, Lem’in bu kitabı hiçbir şekilde salt bir travma öyküsüne indirgenemez. Ancak, travmanın kitapta önemli bir yer tuttuğu da yadsınamaz. Lem, edebiyatın temelinde “telafi edilemeyen şey”in yattığını biliyordu. (Telafi Edilemeyen Şey ile ilgili bir yazımızı buradan okuyabilirsiniz.) Bir travma genellikle okuyucunun ilgisini çeker. Geçmişte yapılan bir hata, söylenen ve geri döndürülemeyecek sonuçlara yol açan bir söz, sevilen birinin yitimi ya da çizilmiş olan bir kader, trajedinin ana kaynağıdır. Edebiyat, esasında telafi edilemeyen şeyin telafi çabasından başka bir şey değildir. Her uyandığında aynı günü yaşadığını gören bir adamın öyküsü bize bu yüzden trajik gelir. Edebiyat, yaşamdaki travmayı, yani telafi edilemeyen şeyi (yitirilen zaman, geri döndürülemeyen hatalar ve ölüm) telafi etmeye çalışır, hatta bizzat bu çabanın kendisidir. Bu nedenle kişiyi sonsuz döngüye sokarak travmanın tedavisi için fırsat yaratır.
Kris’in karşısına intihar etmiş olan Rheya bu nedenle çıkar. Üstelik bu Rheya ölümsüzdür, yok edilemezdir. Kris’ten bir saniye bile ayrılmak istemez. Ayrıldığında vahşi bir güçle çelikten duvarları parçalar. Okyanus’un Kris’e bir hediye mi yoksa bir bela mı gönderdiğine bir türlü karar veremeyiz. Sonunda Kris, Rheya ile Solaris gezegeninde kalmaya karar verir. Ancak bu kararını uygulayamayacaktır. Demek ki Kris’in başına musallat olan canavar, esasında telafi edilemeyen şeyin telafisi için imgesel bir fırsattır.
Öykünün temelinde Kris’in travmasından çok, Solaris’in yer alması gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta, öykünün en anlaşılmaz kahramanı odur. En güçlü ve aynı zamanda da en zayıf da odur. Otistik olduğundan dolayı hiçbir insanla iletişim kuramaz (onların bilinç altı travmalarını bilecek kadar derin düşünebildiği halde, iletişim kurmanın bir yolunu bulamaz.) Kitapta Rüyalar bölümünde Solaris’in çığlıklarını duyarız. O yalnızdır. Kadir-i mutlak ve her şeye gücü yetendir; yani omni potenttir. Tanrı gibidir. Öte yandan otistiktir ve iletişim kuramaz. Hayatta kalmak dışında hiç bir motivasyonu yoktur. Türünün tek örneğidir ve başka bir türle iletişim kurması için bir nedeni yoktur. Kendisiyle iletişim kurmaya çalışan ırk (insan) kendine tehlikeli, belki de acı veren x ışınlarını yöneltinceye değin onun varlığını ihmal eder. Otistikler de böyle yaparlar. Dış dünyadan gelen etkileri ve diğer insanları ihmal ederler. Tıpkı gizemli okyanusun insanlara yaptığı gibi…
Kitabın sonunda yer alan bir başka olay daha vardır ki yine her iki filmde de es geçilmiştir. Bu da Kris ile Okyanus’un buluştuğu sahnedir. Rheya gittikten sonra Kris büyük bir üzüntü ve umutsuzluk içinde Okyanus’la yüzleşmek için yüzeye iner. Ona dokunmak istemektedir. Çünkü Rheya onun içinden çıkmıştır ve belki de ona dönmüştür. Bu tıpkı bir adamın sevdiğinin mezarına gitmesi gibidir. Sonuçta Rheya, Okyanus’a gömülmüştür. Kris elini okyanusa uzatır ve sürpriz biçimde okyanus da devasa bir amip gibi yalancı ayağını uzatarak, Kris’in elini bir eldiven gibi sarar. Ancak bu sahne çok kısa sürer. Çekingen okyanus sadece bir anlığına merak duygusuna kapılmıştır ama bu duygusunu çabucak yitirir. Sadece bir an iki varlık arasında bir köprü kurulmuştur; ama hepsi bu kadardır. Okyanus, Kris’e dokunmamış, sadece elinin etrafını sarmıştır. Bu sahne tıpkı bir köpeğin kısa bir koklamayla karşısındakini tanımasına benzer. Onunla ilgili yeterli bilgiyi almış, belki de onun tüm bilinç altının koklamıştır ve bu devasa zihnin Kris’i incelemesi, sadece bir an sürmüştür. Ondan sonra okyanus o büyük sessizliğine gömülür. Yine iletişim yoktur.
Bu sahne romanın özünü en iyi yansıtan, neredeyse varoluşçu bir andır ve her iki filmde de ihmal edilmiştir. Salt bu sahne için bile Solaris filmi yeniden çekilmelidir.
Bu yazımda kasıtlı olarak Solaris’teki varoluşçu felsefeyi ihmal ettim. Çünkü bunun çok derin bir konu olduğunu düşünüyorum. Belki de salt bu konu başlığı için ayrı bir yazı yazılması gerekir. Sadece ilk Rheya’nın bir rokete hapsedilerek yörüngeye gönderilmesi bile başlı başına incelenmeye değer bir olaydır. Yapay, sahte hatta kopya bile olsa her varlığın acı çekmeye mahkum olduğu bu evrende iyilikten ya da umuttan söz edilebilir mi? İşte, Lem bu soruyu sorar kitabında.
Sonuç olarak, Lem’in bu olağanüstü eseri gerek varoluşçu felsefesiyle, gerek varlığın acıları üzerine yaptığı trajik incelemeyle, gerekse telafi edilemeyen şeyin travmatik anlatımıyla, kısaca edebi cesareti ve üstün entelektüel seviyesiyle okunmaya layıktır. Sinemacılar ille de onu uyarlamak istiyorlarsa, temel özelliklerini göz ardı etmeden, teknolojinin tüm anlatım olanaklarını kullanarak, hak ettiği biçimde yeniden ele almaya çalışmalıdırlar.