Medyanın gücüne ve toplum mühendisliği yaratma konusundaki kullanımına dair sayısız akademik çalışma mevcut. Medya üzerinden geleceğin toplumunu inşa etme konuları da bilimkurgu sinemasında sık sık işleniyor. Örneğin, The Truman Show ve Er ist Wieder Da gibi filmlerde medyanın bireyleri etkileyerek toplum yönlendirmesini nasıl yaptığı anlatılıyor. Günümüzde geleneksel medyaya ek olarak sosyal medya da artık toplum mühendisliğinde kullanılıyor. Bu konuyu anlatan makaleler ve filmler bulunsa da, sosyal medya henüz gücünün sınırına ulaşmadığı için işin nereye kadar uzanabileceği henüz tam olarak bilinmiyor.
1999 yapımı Being John Malkovich, uçuk anlatımı, kara komedisi ve felsefi derinliğiyle sinema tarihinin en özgün işlerinden biri olarak kabul ediliyor. Ancak film yalnızca sinema sanatına katkısıyla değil, aynı zamanda içinde taşıdığı gelecek öngörüleriyle de dikkat çekiyor. Bugün, dijital dünyada ve sosyal medyada “başka biri gibi görünme” arzusu ve kimlik illüzyonu milyonlarca insanın gündelik pratiği hâline gelmiş durumda. Being John Malkovich’in de âdeta bir sosyal medya distopyasını öngördüğünü söylemek mümkün. Yönetmeni Spike Jonze, 2013’te Her ile en iyi senaryo Oscar’ını kazandı. Senaristi Charlie Kaufman ise 2004’te Eternal Sunshine of the Spotless Mind ile aynı ödülü almayı başarmıştı. İşte filmin arkasında, gelecekte bilimkurgu sinemasına yapacakları katkılarla adından söz ettirecek ve ödüller kazanacak bu iki isim bulunuyor.

Film, başarısız bir kuklacı olan Craig Schwartz’ın (John Cusack) ofis binasında keşfettiği gizli bir tünelin ünlü aktör John Malkovich’in zihnine açıldığını fark etmesiyle başlıyor. Bu tuhaf tünel, kısa sürede Craig ve iş arkadaşı Maxine (Catherine Keener) tarafından ticarî bir fırsata dönüştürülüyor. İnsanlar, belirli bir ücret karşılığında tam 15 dakikalığına John Malkovich’in zihnine giriyor ve onun hayatını yaşayabiliyor. Ancak işler giderek daha da karmaşık hâle geliyor. Kuklacılık konusundaki becerilerini kullanan Craig, bir adım ileri giderek Malkovich’in bedenini kontrol etmeye başlıyor. Böylece fiziksel olarak değilse bile, zihinsel düzeyde onun ışıltılı hayatına—ünlülerle dolu, gösterişli bir dünyaya—adım atıyor. Bu noktada filmin asıl kahramanı John Malkovich de devreye giriyor ve kendi bedenini geri almak için karşı hamlelere girişiyor.
Being John Malkovich yalnızca bu sıra dışı fikriyle değil, ele aldığı temalarla da öne çıkıyor. Kimlik, özgür irade, zihin ve beden ilişkisi, sınıf farkları, toplum mühendisliği ve modern çağın yarattığı yabancılaşma gibi kavramlar film boyunca ustalıkla işleniyor. Bu da filmi yalnızca absürt bir kurgu değil; aynı zamanda felsefi, toplumsal ve bilimkurgu katmanlarında da okunabilecek çok boyutlu bir yapı hâline getiriyor. Eser, klasik bilimkurgu estetiğine sahip değil. Filmde ne robotlar ne teknoloji ne de uzaylılar var. Ancak konusu, bilimkurgunun en temel kavramlarından biri olan zihin transferi üzerine kurulu. Tünel sayesinde bir insan, başka birinin zihninde varlık kazanıyor. İlk başta yalnızca “izleyici” olan bilinç, zamanla “kontrol edici” hâle geliyor. Nihayetinde Malkovich’in bedeni, birden fazla bilinç tarafından ele geçiriliyor.

Bu anlatı, “mind-body” yani zihin-beden ayrımı temelli bilimkurgunun doğrudan bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde söz konusu temayı The Matrix, Black Mirror, Altered Carbon ve Avatar gibi birçok yapımda görsek de, Being John Malkovich bu konsepti hem çok daha erken bir dönemde hem de özgün ve metaforik bir derinlikle işliyor. Film, ayrıca bilimkurgu anlatılarında sıkça karşımıza çıkan “bilinç yoluyla ölümsüzlük” fikrine de göz kırpıyor. Yaşlılardan oluşan bir grubun bilinçlerini John Malkovich’in bedenine transfer ederek yaşamlarını sürdürmeye çalışması, bu temayı oldukça etkileyici bir biçimde ortaya koyuyor. Dolayısıyla film, düşük teknolojili ama yüksek fikirli bir bilimkurgu örneği olarak öne çıkıyor.
Aynı zamanda modern felsefenin kurucu sorularına da eğildiğini görüyoruz. Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesi burada âdeta ters yüz oluyor: Karakterler, başkalarının gözünden dünyaya bakarak kendilerini daha gerçek hissediyor. Özellikle Craig’in, Malkovich’in bedenini kontrol etmeye başladıktan sonra kendi benliğine daha sıkı sarılması, bu çarpıklığın somut bir örneğini oluşturuyor. Hume’un benlik anlayışı da filmde karşılık buluyor. Hume’a göre benlik, sabit bir varlık değil; anlık izlenimlerin toplamı. İnsanların başka bir zihne girerek yeni izlenimler toplaması, benliğin sınırlarını bulanıklaştırıyor. Ve tam bu noktada film bize şu soruyu düşündürüyor: “Eğer başka birini izleyerek yaşıyorsam, ben kimim?”

Lacan’ın “ayna evresi” teorisine göre benlik, bireyin kendini dışsal bir yansıma aracılığıyla tanıması sonucu inşa ediliyor. Being John Malkovich de bu teoriyi çarpıcı biçimde yansıtıyor: Karakterler, öz benliklerini başka bir beden – yani Malkovich – üzerinden kurmaya çalışıyor. Craig, işindeki başarısızlık ve giderek soğuyan evliliği nedeniyle eşi Lotte’nin ilgisini yeniden kazanmayı ancak Malkovich’in bedeni içindeyken başarıyor. Maxine ise yalnızca Malkovich “Craig tarafından kontrol edilirken” ona ilgi gösteriyor. Yani herkes, kendi olamadığı bir benlik üzerinden bir özne inşa etmeye çalışıyor. İlgi odağı hâline gelen bu özne ise özgün değil, yalnızca bir taklit. Bu çarpık öznellik, filmdeki en vurucu sahnelerden biriyle doruğa çıkıyor: Malkovich’in kendi zihnine girmesiyle… Bu sahnede karşımıza çıkan her figür – kadın, çocuk, garson, dansçı, şarkıcı – Malkovich’in yüzünü taşıyor ve söyledikleri tek kelime var: “Malkovich, Malkovich, Malkovich.”
Bu sahne yalnızca bireysel bir yabancılaşmanın değil, aynı zamanda dijital çağın tek tipleştirici etkisinin de erken bir alegorisi oluyor. Herkesin aynı göründüğü, aynı şeyi söylediği bir evrende birey olmanın anlamı neye dönüşüyor? Bugün sosyal medyada herkes aynı pozları veriyor, aynı yemekleri paylaşıyor, aynı estetik anlayışını benimsiyor, aynı filtreleri kullanıyor ve aynı ifadeleri tekrarlıyor. Özçekimler âdeta tek tip hâline geliyor. Çünkü artık sosyal medya, herkesin başkalarının günlük yaşamına erişebilmesine imkân tanıyor. Özellikle de “hikâyeler” sekmesi sayesinde insanlar, hayranı oldukları ünlülerin hayatlarına dair ayrıntılara ulaşabiliyor ve onlara özenmeye başlıyor. Sonunda da onların yaptığını yapmaya koyuluyor. Böylece herkes bir başkası olma fantezisiyle kendi benliğini silerken, en nihayetinde aynı şeye dönüşüyor: Bir başkasının taklidine. Herkes bir başkası olmayı arzuluyor ve sonuçta herkes aynı kişiye dönüşüyor. Bu, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir dönüşüm.

Filmde Malkovich’in başkaları tarafından ele geçirilmesi, bireylerin kendi kimliklerini “persona”ya kurban etmesine benziyor. Artık gerçeklik, sosyal medyadaki bireysel paylaşımlar kadar. Influencer kültürü, kimlik taklidi ve izleyicilik gibi kavramlar henüz tam olarak hayatımıza girmemişken film, bu dinamikleri olağanüstü bir öngörüyle işliyor. Herkesin John Malkovich olmak istemesi, bireysel kimlikten vazgeçişin bir göstergesi hâline geliyor. Özgünlük önemsizleşiyor, herkes birer “Malkovich” oluyor. Filmdeki tünel, günümüzün cep telefonları gibi işliyor. Instagram hikâyeleri izlemek, TikTok videolarıyla özendiğimiz hayatlara göz atmak, YouTube vloglarıyla hiç yaşayamayacağımız anlara tanıklık etmek… Tüm bunlar, kısa süreli, geçici ve yüzeysel bir kaçış sunuyor. 15 dakikalık bir “başkası olma hâli.”
Bugün lüks bir restoranda yemek yiyen de, sokaktaki dönercide oturan da, yediğini içtiğini sosyal medyada paylaşarak kendini ait olmadığı bir sınıfa konumlandırmaya çalışıyor. Bu da Being John Malkovich’in temel sorusunu yeniden gündeme getiriyor: Gerçekten kim olmak istiyorsun ve o kişi olmak seni mutlu edecek mi? Being John Malkovich, dijital dünyanın henüz tam olarak kurulmadığı bir dönemde, bu dünyanın en karanlık dinamiklerini sezerek anlatıya dönüştürüyor. Bilimkurgu unsurlarıyla zihin ve kimlik aktarımını; felsefi temellerle benlik arayışını; sosyal eleştiriyle toplum mühendisliğini ve dijital yabancılaşmayı tek bir çarpıcı anlatıda birleştiriyor. Bugün hepimiz, filmdeki Craig ya da Maxine gibi davranıyor; başka birinin hayatını izliyor, onu taklit ediyor, o kimliği geçici olarak ödünç alıyoruz. Ancak sonunda gerçek benliğimizle baş başa kalıyor ve şu soruyu sormak zorunda kalıyoruz:
“Eğer başka biri gibi görünüyorsam, ben kimim?”
Sonuç olarak Being John Malkovich, sadece bir film değil; dijital çağın, sosyal medyanın, sanal kimliklerin ve arzunun evrimi üzerine yazılmış felsefi bir kehanet niteliği taşıyor.