Star Trek: The Motion Picture, Star Wars’un ardından 1979 yılında Paramount’un yaptığı büyük tanıtımlarla vizyona girdi. İnsanlar, George Lucas’ın Star Wars’u kadar şaşalı, yüksek ve heyecan verici bir iş bekliyordu. Bunun yerine çok daha durgun, ama aynı zamanda düşündürücü ve görsel olarak da etkileyici bir bilimkurgu klasiği ile karşılaştılar. Ne var ki, serinin hayranı olmayan kitle için film oldukça sıkıcı görünüyordu, hatta sevenleri bile yapımda bir şeylerin eksik olduğu fikrindeydi.
Bu “bir şey”, televizyon dizisinin en iyi yönü olan karakter etkileşimiydi. Hayranların diziden alışık olduğu karakter ilişkileri başlangıçta bir hayli sönüktü. Ancak film, sonlara doğru bu açığı fark etmişcesine o eski güzel günlerine meyletti. Kirk (William Shatner), Spock (Leonard Nimoy) ve McCoy (DeForest Kelley) sahneye çıktı ve gerekeni yaptı. Buna rağmen Atılgan’ın tanıdık çehresi de değişmişti; özellikle aydınlatma ve pastel kostümlerin bir sonucu olarak, soğuk, sıkıcı ve sert bir hale bürünmüştü. Bu da hayranları biraz yadırgatmıştı.
Hikayede cümbüşlü uzay savaşları yoktu. Konu daha çok insanları düşünmeye iten felsefi bir yapıya sahipti. Ayrıca birkaç eski Star Trek bölümünün (The Changeling” ve “Inspiration”) birleştirilmiş ve yeniden düzenlenmiş hali gibi duruyordu. Devasa bir enerji bulutu, yoluna çıkan her şeyi yok ederek Dünya’ya doğru ilerlemekteydi. İnşası henüz bitmiş ve daha test aşamaları bile tamamlanmamış olan Yıldız Filosu’nun gururu Atılgan, bu davetsiz misafiri engelleyebilecek tek gemiydi. Masa başında birkaç yıl geçirdikten sonra uzaya geri dönme şansı yakalayan Amiral Kirk, geminin komuta görevini üstlenmekte tereddüt etmedi. Atılgan, çok tanıdık bir ekiple bulut ve onu kontrol eden zeka ile yüzleşmek için yola çıktı. Bu bulutsu yapıyı kontrol eden zeka ise V’ger adında gizemli bir varlıktı…
The Motion Picture, ağır ilerleyen bir hikayeye sahip olsa da, alttan alta işlediği keşif ve gizem duygusuyla sevilmekte gecikmedi. Örneğin Atılgan’ın bulut tarafından çekildiği yirmi dakikalık o uzun ve kaleydoskopik sahneler, Jerry Goldsmith‘in unutulmaz müziği eşliğinde bizleri V’ger’ın içindeki manzaraya boğuyordu. Aynı anlatım taktiği, Atılgan’ın ilk kez görüldüğü başlangıç bölümünde de uygulanıyor ve seyirci olarak adeta efsanevi geminin çevresinde tur atıyorduk.
Tematik anlamda The Motion Picture, Star Trek’in özgün amacına yakın duruyor. Zaman zaman aşırı görsel efekt yüklemesine maruz bırakmasına rağmen, film hâlâ fikirlerle ilgili olduğunu hissettiriyor. Özellikle her yaratığın mevcut kısıtlamaların ötesine geçme ihtiyacı ve bu süreçte de hayal gücü ve yaratıcılığın önemi derinlemesine vurgulanıyor. Zira Atılgan, V’ger’in içine daldıktan sonra işler yeniden ilginç bir hal almaya başlıyor. O zamana kadar uyumamayı başarmış izleyiciler, kendilerini finalde açığa çıkan gerçekle büyülenmiş bulabiliyor. İşte Star Trek’in gücü de tam olarak buradan geliyor.
Oyuncuların genel olarak iyi iş çıkardığı yapımda, Kirk ve Decker arasındaki gerilim bir hayli inandırıcı. Ancak filmin belki de en başarılı tarafı, gelişme kısmındaki vasatlığına rağmen giriş ve sonuç kısımlarındaki hüneri. Kısacası The Motion Picture, Star Trek’in beyaz perdeye attığı sağlam bir ilk adım niteliğinde.