(Dikkat, yazıda filmin sonuna dair sürprizbozan-spoiler içerik bulunmaktadır ama bunları bilerek filmi izlerseniz sürükleyiciliği artabilir)
Derinin Altında (Under The Skin) İngiliz yönetmen Jonathan Glazer’ın 2013’te gösterime giren ve bilimkurgunun yaşayan ikonik yüzlerinden Scarlett Johansson’ın başrolde oynadığı psikoseksüel bir bilimkurgu gerilim filmi. Uluslararası arenada pek çok ödüle aday olup kazanan film, İskoç kökenli yazar Michel Faber’ın 2000 yılında yayımlanan aynı adlı bilimkurgu romanından serbest biçimde uyarlanmış. Faber’ın romanı 2013’te Sel Yayınları tarafından, Ayça Çınaroğlu’nun Türkçe çevirisiyle basılmıştı.
Filmin akışı ortalama bir sinema izleyicisinin beklentisine göre epey yavaş, ama zaten Glazer da ortaya aksiyon dozu yüksek bir film koymak istememiş. Tam tersine, adeta her bir sahneyi bir tablo hassasiyetinde işlemiş. (Örneğin, bir sahnede erkek karakterin sırtı dönük biçimde yüksek bir tepeden sislerin ardına baktığı an, Caspar David Friedrich’in 1818’de yaptığı “Wanderer Above The Sea of Fog” – Sisler Denizinin Üzerindeki Gezgin- adlı yağlıboya tabloyu anımsatıyor) Bazı uzun sekanslarda kendinizi filmin çekildiği İskoçya’nın güzel tabiatının içinde kaybolmuş buluyorsunuz. Zaten geri kalan sahnelerde de Scarlett Johansson’un doğal güzelliği sizi filme bağlı tutuyor.
Peki çekilmesi yaklaşık 10 yıl süren, gösterildiği bazı festivallerde yuhalanmaktan bazılarında ise ayakta dakikalarca alkışlanmaya dek geniş bir spektrumda tepkiler alan, feministlerin baş tacı yaptığı “Under The Skin” bize ne anlatıyor, daha doğrusu ne anlatmaya çalışıyor? Ya da belki de asıl sormamız gereken soru şu: Neyi anlatmayı başaramıyor?
Sadece filmden yola çıkacak olursak –yani filmin uyarlandığı romana ve filmle ilgili yönetmenle yapılan röportajları göz ardı edersek- izlediğimiz ana öykü, gerçek görüntüsü derisinin altında saklı olan kadın insan görünümlü bir “yaratığın” (Scarlett Johansson) İskoçya sokaklarında “erkek insan” avına çıkması, onları seks vaadiyle kandırıp baştan çıkarması, adeta hipnotize ederek yaşadığı “yuva”ya götürmesi ve zamanla sadece derileri kalacak şekilde siyah bir sıvının içinde çürümeye bırakması. Filmin başında gördüğümüz erkek motorsikletlinin de bu yaratığın türünden olduğunu ve bir nevi onun amirliğini yaptığını film ilerledikçe anlıyoruz. Başlangıç sahnesinde, Johansson’un canlandırdığı yaratık –uyarlandığı romanda da öyle olduğu için bundan sonra uzaylı diyeceğiz-, motorsikletlinin getirdiği başka bir kadını çırılçıplak soyarak üzerindeki giysileri giymektedir. Bu noktada şu tahmini yapmakta haklıyız, o ilk öldürülen kadın da bir uzaylıydı ve görevinde –her neyse o görev- başarısız olduğundan yerine Scarlett Johansson’ın oynadığı karakter (romandaki ismi Isserley, filmde kendisini Laura olarak tanıtıyor) geçiyor. Zaten her şeyin evvelinde, filmin en başındaki uzun giriş sahnesinde Johansson’ın önce konuşmayı öğrenen bir bebek gibi sesler çıkararak, sonra kelimeleri oluşturarak ve cümleler kurarak insan dilini (İngilizce’nin İskoç aksanlı bir versiyonu) öğrendiğini görüyoruz.
Salt filmi esas alacak olursak, bu uzaylılar Dünya’da yürüttükleri bir deney için örnek topluyor gibidir. Sadece erkekleri hedef almaları, bu deneyin cinsiyete dayalı olduğunu düşündürmektedir. (Az sonra romana göre aslında gezegenimizdeki bulunma amaçlarını açıklayacağım) Bir önceki deney, filmin başında cesedini gördüğümüz üzere başarısız olmuştur ve yerine Scarlett Johansson’un görünümündeki uzaylı geçmiştir. Uzaylı, beyaz minibüsüyle İskoçya sokaklarında gece vakti gezmekte ve yalnız yürüyen erkeklere yol sorma vb. bahanelerle yaklaşmaktadır.
Bu noktada, filmin bu sahnelerinin bazılarının doğaçlama olduğunu söylemeden geçmemek lazım. Glazer’ın kendi üretimi gizli kameralar, o esnada Johansson gerçekten de gerçek erkeklere –yani oyuncu olmayan ve o an sokaktan geçen- yaklaşarak konuşmaya başladığında kayda girmektedir. Sonrasında erkeklere film çekimi olduğu söylenerek görüntülerinin filmde kullanılması için rızaları alınmaktadır. Scarlett Johansson İskoçya Glasgow kentinin arka sokaklarında gece yarısı tek başına dolaşıp arabasına otostopçuları alırken –aslında çoğu, Johansson’ın ısrarı ile arabaya binmektedir- onu arka planda saklı bir koruma ordusu takip etmektedir. Fakat yine de onlar müdahale edinceye dek kötü nice hadisenin yaşanabileceği düşünüldüğünde, Scarlett Johansson’un bu sanatsal cesaretine şapka çıkarmak gerekiyor.
Uzaylı, farklı meşrepte erkeklerle temas kurdukça ve dünyada kalmaya devam ettikçe kendisi de –bir nevi derisinin altındaki gerçek benliği- dönüşüme uğramaya başlar. Mesela, arabasına aldığı fiziksel engelli ve yüzü deforme erkeğe (Adam Pearson) merhamet edip ilişkiden sonra onu serbest bırakır. Filmin sahil sahnesinde, ağlayan bebeğe umarsızlığını gördükten sonra (çünkü uzaylıya göre bebeğin ağlaması bir kuşun ötmesinden farksızdır, bu gezegendeki bir yabancı olarak şeylerin duygu durumlarını ayırt edebilecek bir empatik kapasiteye henüz sahip değildir) bu durum onun karakteri adına büyük bir değişimi ifade etmektedir.
Johansson’un canlandırdığı uzaylı, beraber olduğu bir erkekle cinsel hazzı yaşar ama insan türünün deneyimlerine yabancılığı halen devam etmektedir. Erkeğin boşalmasının hemen ardından yataktan kendini atar, elini vajinasına götürür ve orada “neler olduğunu” anlamaya çalışır. Artık bedenini keşfetmeye başlamıştır. Başka bir sahnede, restoranda tatlı yemeye çalışır. Nasıl yemek yemesi gerektiğini, yutmasını bilmediği için ağzında biriken tatlı taşmaya başlar. Çünkü her ne kadar yetişkin bir kadın görünümünde olsa da deneyim seviyesi bakımından o aslında Dünya’ya yeni gelmiş bir bebek, adeta bir “tabula rasa” –boş levha- gibidir. (Burada filmin bir eksikliğinin, uzaylının insan deneyimlerini keşfederken dışkılamaya ve boşaltıma yer vermemesi olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen film Lars Von Trier tarafından çekilmiş olsaydı bu sahneleri de açık açık görürdük.)
Filmin sonunda, kadın görünümündeki uzaylı bu gezegendeki insan cinsinin dişilerinin yaygın şekilde maruz kaldığı son bir deneyimi daha yaşar: Taciz ve tecavüz. Film boyunca, kendisi bir avcı, erkekler ise av iken bu sahnede kendisi “av” konumuna düşmüştür. Erkek, kaçmasın diye onu tutarken uzaylı kadının derisi yırtılır ve altından siyahımsı bir beden ortaya çıkar. Gördüğü karşısında şaşkınlığa uğrayan erkek bu noktada durmaz, o bedenin üzerine benzin dökerek “yaratığı” yakar. Bu ikinci uzaylı da ilki gibi başarısız olmuştur.
İlk uzaylının da cesedi bir otoban kenarında idi, filmin finalinin perspektifinden başlangıçtaki o sahneyi yeniden değerlendirdiğimizde onun da bir kadın cinayetine kurban gittiğini –yine bir erkek tarafından öldürülüp otoban kenarına atılmak suretiyle- tahmin ederiz. Üzerindeki giysiler Johansson tarafından alınırken, gözlerinden akan yaşlar belki halen hayatta olduğunu düşündürse de, bedeninin hareketsizliği, derisinin altındaki kişinin uğradığı travma nedeniyle ruhen öldüğünü düşündürmektedir.
Romanda, bu uzaylıların dünyada bulunma amaçlarının açıklandığından bahsetmiştik. İnsan eti, bu uzaylı türlerin damak lezzeti açısından oldukça çekici olduğundan, tıpkı bizdeki istakoz misali onların zenginlerinin menüsünde insan eti önemli bir yer kapladığından aslında Scarlett Johansson’un canlandırdığı karakter ve amiri, kendi gezegenlerindeki zenginlere insan eti sağlayan iki şirket görevlisidir. Bu bilgiyle beraber, filmdeki siyah sıvıda kaybolan insan bedenleri daha bir anlam kazanıyor. Uzaylıların sadece erkekleri toplamaları, endüstriyel hayvancılığa ek olarak toplumsal cinsiyet konusunda da mesaj derinliğini sağlıyor. Romanda, Isserley dünyada kaldığı süre zarfında gezegenimizin ekolojisiyle kendi gezegenini karşılaştırarak dünyanın tabiat güzelliklerine hayranlık duymakta, çiftlikte tuttukları insan kurbanlarının da bilinç sahibi, acı çeken varlıklar olduklarını keşfettikçe onlara karşı empati duymaya başlamaktadır.
Romanın sonunda, filmde olduğu gibi bir erkek tarafından yakılarak öldürülmez –bir araba kazası sonucu ağır yaralandığında ortada delil kalmaması için kendi kendini imha etmektedir-, ama romanda da arabasına aldığı bir otostopçu tarafından tecavüze uğrayarak büyük bir travma yaşadığı bir sahne mevcuttur. Ayrıca, belki de filmin romandan uyarlanırken yönetmenin esinlendiği başka bir kaynağın, filmin İskoçya’da geçmesini de düşünecek olursak İskoç mitolojisi olduğunu ekleyebiliriz. İskoç mitolojisindeki “Selkie” adı verilen deniz yaratıkları, yarı fok balığı yarı kadın görünümünde, deniz kızlarını andırmaktadır. Derilerini sıyırarak karaya çıkmaktadırlar. Efsaneye göre, derilerini çalıp saklayan erkeklerle cinsel beraberlik yaşamak zorunda kalmaktadırlar. (1) Filmi andıran bu motif benzerliği, İskoç mitolojisini de “Under The Skin”i çözümlemekte önemli bir kaynak yapmaktadır.
Filmi izlerken, gerçek dünyadan üç gerçek acı olay akla geliyor. Üçü de maalesef Türkiye’de yaşanan bu hadiselerin filmin finaliyle olan paralelliği insanı ürpertiyor. (Elbette maalesef sayısız benzer şiddet olayı yaşanmaya devam ediyor ama kamuoyunun gündeminde zamanında epey yer ettiğinden ve filmi de çağrıştırdığı için bu üç olayı bilhassa hatırlatmak istedim.) İlki, 2008 yılında katledilen İtalyan barış aktivisti Pippa Bacca. Şiddetin pençesindeki dünyaya bir sevgi ve barış mesajı vermek için gelinliğiyle otostop çekerek yollara düşen Bacca’nın İtalya Milano’dan başlayan yolculuğu, Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin üzerinden devam ederek, Tel-Aviv’de son bulacaktı. Fakat maalesef Türkiye’den ilerisine gidememiş ve 31 Mart 2008’de Kocaeli’nin Gebze ilçesinde gözden kaybolmuştu. Daha sonra, onu arabasına alan kamyonetin sahibi, Picca’ya tecavüz edip öldürdüğünü itiraf etmişti. (2)
Diğer bir olay, büyük infial yaratan Özgecan Aslan cinayeti. Mersin’in Tarsus ilçesinde 11 Şubat 2015’te okulundan evine gitmek için bindiği minibüsün şoförü tarafından tecavüz uğrayarak yakılan Aslan, o dönem kadına karşı şiddetle mücadelede sembol isim olmuştu. (3) Üçüncü olay ise, tam da “Under The Skin” finaliyle aynı olması itibariyle kanı donduruyor. 2016 yılında trans kadın Hande Kader’in bedeni, ormanlık bir arazide yakılarak öldürülmüş halde bulunmuştu. (4) (Son günlerde LGBTİ ve feminist camiadaki TERF –Transları Dışlayıcı Radikal Feminizm- tartışmalarını ne kadar da hükümsüz bırakan olaylar. Çünkü kadınlık hali, salt bedenle sınırlandırılamayacak bir varoluşa denk düşmektedir.)
Yazının başında, film için “neyi anlatmayı başaramıyor?” diye sormuştum. Öykünün bilinçli olarak kapalı tutulan olay örgüsü, seyircinin –hele de geleneksel film seyircisinin- filmde neler olduğunu anlamasını çok zorlaştırmakta. Ancak ek kaynakları (uyarlandığı roman, Scarlett Johansson ve Jonathan Glazer ile yapılan röportajlar (5) (6) ) tarayarak filmin neyi dert edindiği ve neyi anlattığı tam olarak anlaşılabiliyor. Fakat, bu ek okumaları yapmadan filmin kendisi –sabırlı- seyircide şiirsel bir imgeler yığını üzerinden ilerliyor. Glazer da zaten bunu bilinçli olarak tercih ettiğini, bir uzaylının gözünden bakıldığında bizim en alışık olduğumuz şeylerin bile – Bir alışveriş merkezi, sahil, orman vb.- ona son derece yabancı geleceğini, filminde de bunu seyirciye hissetirmeye çalıştığını söylüyor.
Glazer, “Under The Skin”i çektiği 10 yıllık süre zarfında kendisinin ifadesiyle “kirasını ödeyebilmek için” çeşitli reklam ve müzik video klipleri de çektiğini (7), fakat bu yapıtlarında da yine filme dair aklında düşündüğü şeylerin deneysel birer eskizini yaptığını ifade ediyor. (8) Glazer’ın ilham aldığını bildiğimiz büyük yönetmenlerden biri olan Stanley Kubrick’ten, “Under The Skin”de olduğu gibi bu kliplerinde de görsel esinlenmeler mevcut. Örneğin 1995’te çektiği “Massive Attack: Karmacoma” klibinde, Stanley Kubrick’in Stephen King’in romanından uyarladığı “Shining”deki otel sahnelerinin benzerleri, ürkünç ve aynı elbiseleri giymiş ikiz kız çocuklarına varıncaya dek yer almış. (9) Filmde yılan gibi kıvrılan otoyol sahneleri de Shining filmini anımsatıyor.
Olay örgüsündeki hareket yoksunluğunu ve filmin öyküsünün kapalı yapısını birer eksiklik olarak görmezsek, karşımızda görsel bir şaheser olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bilhassa, erkeklerin kadın görünümündeki uzaylının cazibesinin büyüsüne kapılarak siyah sıvının içinde yok oldukları an, arka planda çalan müzikle beraber tüyleri diken diken ediyor. Glazer’ın bu filmi, görsel imgeleri ile beraber adeta Stanley Kubrick, Tarkovsky ve David Lynch oturup bir araya gelse nasıl bir film çekerdi sorusunun cevabı olmuş gibi. Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’inde olduğu gibi metaforik imgelerin bolluğu, Tarkovsky’nin en olgun örneğini “Stalker” filminde gördüğümüz doğa sahneleri ve uzun otoban tünel sekansları, David Lynch’in “Elephant Man” ve “Mulholland Drive” filmlerindeki gibi, yüzü deforme uğrayan karakter ve rüya-gerçek arasındaki bir kurguda seyircinin çözmeye uğraştığı gizemli cinayetler, akla ilk gelen örnekler.
Under The Skin, insana derilerimizin altında gerçekte ne olduğunu sordurarak zihinlerimizin kalıplarını zorluyor, sinematografik açıdan ise görsel bir ziyafet sunuyor. Derimizi yırttığımızda alt katmanda, bilinçaltı seviyesindeki içgüdülerimizde şehvete ve şiddete doymayan bir canavar mı bulunmakta? Eğer cevap evetse, o canavarı derimizi parçalayıp dışarı çıkmasını önlemek için nasıl zaptedebiliriz ve nasıl ehlileştirebiliriz? İşte asıl mesele bu.
Dipnotlar: