alex-garland

Alex Garland ve Bilimkurgu

Son iki yıldır konuşulanların aksine, Alex Garland film yapımından aslında emekli olmuyor. Kendisi bu konuda bile basını ikiye bölmeyi başarmış bir sanatçıyken nasıl sanatı hakkında bölünmeyelim ki? Karşıt argüman yaratmayı seven sinemacı, bizleri hep hakkında konuşmaya itiyor. Garland’ın hikâyelerini ve filmlerini sevin ya da nefret edin, en azından kışkırtıcı ve konuşulmaya değer oluyorlar. Kendisi bir şekilde filmlerinin ya da hikâyelerinin izleyicilerin radarına girmesini sağlıyor. Son dönem yeni filmi Civil War için de aynı şey söylenebilir.

Garland’ın filmografisi göründüğünden daha büyük aslında. Civil War, Danny Boyle ile yaptığı ilk iş birliğinden bu yana yer aldığı 11. büyük film. Garland’ın eserlerini, kendisine iyi bir pencereden bakıyorsak psikolojik derinlikleri ve karakterleri güzel göstermesiyle tanımlayabiliriz. Güzel ördüğü ise şaibeli. Fakat günün sonunda kendisi tür yönetmenlerinin ve sinemacılarının da başında geliyor. İster Güneş’e bakan bir uzay gemisinde ister hızla gelişen ekolojik bir anomali içinde geçsin, hikâyeleri kahramanlarının içsel gerilimlerini görsel bir gösteriye dönüştürebilme etkisine sahip. Yazar kökeni, karakterlerine de derinlik verebilmesini sağlıyor.

1970 yılında Londra’da doğan Garland, psikolog bir anne ve siyasi karikatürist bir babanın oğlu. Manchester Üniversitesi’nden Sanat Tarihi diploması ile mezun olduktan sonra Avrupa ve Tayland’da sırt çantasıyla gezmeye başlamış. Bu sırt çantalı geziler, Tayland’daki bir adada kendilerine cennet parçası bulan ve benzer düşüncelere sahip bir grup genci anlatan 1996 tarihli ilk romanı The Beach‘e ilham vermiş. Roman, özgürlük, madde bağımlılığı ve kabilecilik temalarını işliyor. Sistemi sorgulayan bu kitap, ağızdan ağza yayılarak kült bir hit oldu ve Garland’ı genç yazarların önde gelen isimlerinden biri hâline getirdi.

Romanın başarısının ardından, Boyle tarafından yönetilen ve Leonardo DiCaprio’nun başrolünde oynadığı bir sinema uyarlaması geldi. Film, dünya genelinde 140 milyon dolardan fazla hasılat yaparak gişe başarısı elde etti. Garland’ın ikinci romanı The Tesseract, 1998’de yayımlandı ve ardından 2003’te filme uyarlandı. Hong Kong’lu ikili Danny Pang Phat ve Oxide Pang Chun tarafından yönetilen filmde Jonathan Rhys-Meyers başrolde yer aldı, ancak film The Beach kadar başarılı olamadı. Sinema kariyerini bu iki roman sonrasında inşa etmeye başlayan Garland, bazı filmleri yönetti, bazılarının yapımcılığını üstlendi, bazılarını da yazdı. Bu yazıda, Garlan’ın bilimkurgu dışı yapımlarını liste dışı bıraktığımızı da peşinen belirtelim.

Garland kendi kendini sabote ededursun, onun sinemasal yolculuğu üzerine gelin bir bakış atalım ve Dredd‘den Devs‘e kadar üzerinde çalıştığı bilimkurguları gözden geçirelim.

Dredd (2012)

Biraz kafanız karıştı değil mi? Dredd ve Garland? Bu İngiliz bilimkurgu çizgi romanı Judge Dredd‘in uyarlama yönetmeni Pete Travis değil miydi? Evet, resmi olarak öyle, ancak Garland filmi yazdı, yapımcılığını üstlendi ve hatta kurgusuna girip Travis’ten filmi devralıp bitirdi. Üstelik bu kadar çalışmaya istinaden bir yönetmen kredisi istedi ve bu durum ikili arasında gerilime neden oldu. Dredd‘in yıldızı Karl Urban da verdiği bazı röportajlarda filmin yönetmenlik kredisinin Garland’a ait olduğunu belirtiyor.

“Dredd’in başarısının büyük bir kısmı aslında Alex Garland’a ait ve birçok insanın farkında olmadığı şey, Alex Garland’ın aslında o filmi yönettiği.”

Bu onay, filmin listemize girmesi için oldukça sağlam bir gerekçe. İlk kez 1977 yılında, 2000 AD adlı İngiliz bilimkurgu çizgi roman şirketi tarafından yayımlanan, John Wagner ve Carlos Ezquerra tarafından yaratılan Dredd, kara mizah ve politik taşlamayla dolu, hem görsel olarak hem de hikâye anlatımı açısından zengin bir dünyaya sahip. Dredd hikâyesinde faşist yargıçların keyfi olarak devriye gezdiği ve yargı dağıttığı bir dünyayı deneyimliyoruz. Dredd fanlarının 90’lardaki Stallone’un oynadığı uyarlama sonrası büyük bir açlıkla beklediği ve beklemesine değdiği bir uyarlama diyebiliriz film için. Zaten Garland’ın versiyonunun 90’lardaki absürt sayılacak Stallone uyarlaması sonrası hikâyeyi bir adım üste taşıması görece kolaydı. Çünkü filmde çizgi romanlardaki hicvi pek bulamıyorsunuz. Ayrıca film, Anderson karakterinin neyi temsil ettiğine de çok değinmiyor. Ama yine sinemasal anlamda seyirlik bir iş ve ilk uyarlamaya göre de her türlü izlenirliği yüksek bir yapım.

Ex Machina (2014)

Ex Machina, Alex Garland’ın yönetmenliğini üstlendiği ve yapay zekâ teması etrafında dönen bir bilimkurgu. Aslında Garland, resmi olarak yazarlıktan yönetmenliğe de bu filmle geçiş yaptı. Film, Oscar Isaac’ın canlandırdığı Jack Dorsey benzeri bir teknoloji CEO’su olan Nathan’ın, çalışanlarından Caleb’e seksi fembot Ava üzerinde Turing testini uygulama görevi vermesiyle başlıyor. Garland, düşünce deneylerine ve yapay zekânın gelecekteki etkilerine yoğunlaşan bu filmde, entelektüel derinlik ve felsefi sorgulamalarla dolu bir anlatı sunmayı hedefliyor.

Film hakkında olumsuz görüşler de mevcut gerçi. Bazı izleyiciler ve eleştirmenler, filmi soğuk ve mesafeli buldu ve karakterlerle duygusal bağ kurmanın zor olduğunu belirtti. Nathan karakterinin teknoloji CEO’su olarak stereotipik ve aşırı karikatürize edildiği de dikkatlerden kaçmadı. Ayrıca, filmdeki kadın robot Ava’nın “seksileştirilmiş” sunumundan da rahatsızlık duyanlar ve bu yaklaşımın cinsiyetçi olduğunu düşünenler de vardı.

Annihilation (2018)

Arrival‘ın da yazarı Ted Chiang’ın bir başka romanı olan Annihilation, yine görsel ve ses anlamında bizleri doyuruyor. Filmin hikâyesinde bir kadın ve erkek ilişkisi var ve Garland yine bunu kitabın işlediği temalarla birleştirip metaforik sorular sordurmayı hedefliyor. Film, Natalie Portman’ın canlandırdığı biyolog Lena’nın, gizemli ve tehlikeli bir alan olan “Parıltı” içine yaptığı keşif yolculuğunu konu alıyor. Her Grland yapımı gibi film yine eleştirmenleri ikiye böldü. Bir kesim överken, diğer kesim ise filmi basit buldu. Sitemizde de bu film hakkında iki farklı görüşe hitap edecek yazılarımız mevcut. Yazılardan biri filmin metaforik kanser anlatısını etkileyici bulurken, diğer yazı ise filmin sığlığını eleştiriyor.

Garland kadınları erkeklerle ilişkileri üzerinden tanımlamayı seviyor. Ancak günümüz feminist anlatıcılarından biri olarak, kadının bir erkek üzerinden tanımlanmasının olması gereken son şey olduğunu unutuyor. Unutmamak gerekir ki, toplum ataerkil bir düzende olduğu için esas erkeğin tanımı genellikle yanına nesne olarak seçtiği şeylerdendir çünkü kendisi zaten toplumsal öznedir. Fakat kadın, queer, beyaz olmayan bireyler gibi toplumda özne olmayan tüm azınlıklar zaten kendi tanımlarını oluşturmaya ittirildiklerinden yanlarına konulan nesnelerden değil kazandıkları sıfatlardan oluşmak zorundadır. Ataerkil toplumda yani tüm dünyada erkekler, hatta heteroseksüel beyaz erkekler, hep bir isim tamlaması gibi dolaşırken onların dışında kalan kesimler kendi sıfatlarını yaratmıştır. Evet, film atmosfer açısından güzel, fakat karakterler yine sabun köpüğü gibi. Film derinleşebilse, parıltı kavramı hem hastalıkları hem de toplumsal yapıyı harika bir şekilde suratımıza çarpabilirdi kuşkusuz.

Civil War (2024)

Garland’ın yönetmen koltuğuna oturduğu son film Civil War, adı iç savaş olsa da iç savaştan ziyade bir grup gazeteciye odaklanıyor. Haberci bir babanın oğlu olan Garland, filminde gazetecileri kahramanlaştırmayı hedeflediğini de röportajlarında söylüyor. Film insanların artık ne için savaştıklarını değil, sadece savaştıklarını bildikleri bir noktaya ulaşmalarını anlatıyor.

Eleştirmenlere göre film, politik bağlamı savaştan çıkarmasından ötürü görsel çekiciliğine rağmen, Alfonso Cuarón’un Children of Men gibi daha fikir odaklı filmlere kıyasla biraz eksik kalıyor. Ancak, ürkütücü bir şekilde savaşın korkunç ve kendini sürdüren momentumunu da yakaladığı da bir gerçek. Savaş sahneleri tam gaz bir vahşetle gerçekleştiriliyor; usta kurgu, katliamın ortasındaki fotografik gerçeğin bir anını yakalamanın kasvetli tatminini yine aktarıyor. Özellikle etkili olan şey ses kullanımının izleyiciyi sarması. Bir patlamanın ardından gelen kalın ve kadifemsi sessizlik, vahşetin ortasındaki uyumsuz ve flüt benzeri kuş sesleri…

28 Days Later… (2002)

28 Days Later

Son çeyrek yüzyılın en belirgin zombi filmlerinden biri olan 28 Days Later, yönetmen Danny Boyle’un kaba, erken dijital sinematografi kullanımı ve John Murphy tarafından yapılan film müziklerinde Godspeed You! Black Emperor‘un “East Hastings” parçasının yeniden yorumu da korku türüne yeni bir soluk ve ses getirdi. Ayrıca dikkate değer bir başka nokta daha vardı filmde, zombiler hızlı, yavaş değillerdi.

Garland’ın hikâyesi, Night of the Living Dead ve Resident Evil gibi türün klasiklerinden etkileniyordu, fakat o filmlerin yanına da üst sıralardan giriş yapmayı biliyordu. Bu girişte tabii ki hikâyenin aslında çok basit ve türün bir özeti olması da etkiliydi. Garland, klasik zombi filmlerinden esinlenerek türe yeni bir soluk getirdi ve klasik korku unsurlarını modern bir yaklaşımla harmanladı.

Sunshine (2007)

Yıl 2057. Dünya ve yaşam zor durumda. Güneş ölüyor. Başarısız bir görevin ardından uluslararası astronotlardan oluşan bir ekip, ölmekte olan Güneş’i nükleer fizyon bombası kullanarak yeniden canlandırmak için tehlikeli ve hayati bir göreve atılıyor. Filmin yönetmen koltuğunda 28 Gün Sonra filminden tanıdığımız Danny Boyle var. Senaryo ise Garland’a ait.

Bu film için de yine aslında 28 Gün Sonra filmindekine benzer bir yorum yapabiliriz. Sunshine da türün klasiklerinden etkileniyor, fakat o filmlerin yanına da üst sıralardan giriş yapmayı başarıyor. Özellikle Solaris filminden çokça etkilendiği gözlerden kaçmıyor. Garland bu senaryoda, bilimsel gerçekçiliği ve insan doğasının karmaşıklığını ustalıkla bir araya getirmeyi ve izleyiciyi derin bir düşünceye sevk etmeyi hedefliyor. Garland ve yazarlığı ile ilgili bir kesim hikâyeyi zayıf bulurken, bir kesim ise filmin klostrofobiyi işleyişini ve cesurluğunu övmekten geri durmadı.

Her iki film de, hem 28 Days Later ham de Sunshine, Garland’ın korku ve bilimkurgu türlerini keşfetmesine alan açtı, bu anlamda popüler kültürü besledi ve yazarın Hollywood’daki yükselen hisse değerlerine de katkıda bulundu.

28 Weeks Later (2007)

28 Weeks Later, kulaktan kulağa yayılan birinci filmin etkisiyle daha fazla seyirciyi sinemaya çeken bir devam filmi. Garland, bu devam filminde virüsten daha tehlikeli bir şey varsa o da askerlerdir ve savaştır demeye çalışıyor. Film, İngiltere’deki Rage virüsü salgınının ardından yeniden inşa sürecini ve virüsün yeniden yayılmasını ele alıyor. Garland, bu senaryoda da insan doğasının karanlık yönlerini, hayatta kalma içgüdüsünü ve ahlaki ikilemleri dili döndüğünce anlatıyor. Bunu yaparken ilk filmin atmosferini korumayı da başarıyor. Hatta bu atmosferi o kadar koruyor ki, aradan geçen zamana rağmen virüs adadan çıkamamış durumda.

Garland bu kez senaryonun başında değil, bu filmde yapımcı. Yine notlarıyla katkıda bulunduğu senaryo ve hikâyede virüs salgınının sosyo-politik yansımalarını da irdeliyor ve irdeletiyor. Ve 28 Weeks Later, zombi türü ve kıyamet sonrası temalarını sevenler için etkileyici bir devam filmi olmayı başarıyor. Film yine izleyicileri ikiye bölüyor. Bir kesim eleştirmen ilk filmin gerisinde kaldığını savunurken, diğerleri devam filminin hikâyeyi ileriye taşıdığını düşünüyor. Yapım, baştan sona soluksuz izlenebilen, aksiyonun hiç düşmediği, korku ve gerilim unsurlarının yoğun kullanıldığı iyi bir kıyamet sonrası filmi. Evet, mantık hataları mevcut ama hangi filmde yok ki? En azından Garland’ın sinemacılığının ikinci 10 yılındaki gibi entelektüel kaygılara sahip değil ve bizleri popüler kültürün gerekliliği kadar meşgul ediyor.

Never Let Me Go (2010)

Never Let Me Go,  Garland’ın yapımcılığını üstlendiği ve bir yazar olarak da karakterleri en derinlikli hissettirdiği işi. Kazuo Ishiguro’nun hüzünlü klon aşk üçgeni hikâyesi, arkadaşı Alex Garland tarafından uyarlanmak için uygun bir kaynak materyal olmuş. Garland’ın senaryosu, orijinal eserin duygusal derinliğini korurken hikâyeye kendi özgün dokunuşlarını da ekliyor. Film, karakterlerin içsel çatışmalarını ve kaderle yüzleşmelerini derinlemesine irdeliyor ve bunu yaparken de insan olmanın anlamı üzerine düşündürücü bir anlatı sunuyor.

Garland’ın güzel ve net yazılmış senaryosu, izleyiciyi hem duygusal hem de entelektüel düzeyde, olması gerektiği gibi etkiliyor. Ancak bazı eleştirmenler, filmin duygusal yoğunluğunun zaman zaman ağırlaştığını ve izleyiciler için fazla melankolik olduğunu da belirtiyor. Evet, her ne kadar bu hikâyede de karakterler yine travma etrafında örülmüş olsa da, bu sefer en azından acılarını derinlemesine hissedebiliyoruz.

Devs (2020)

Devs, Garland’ın yapımcılığını üstlendiği, yazdığı ve yönettiği bir bilimkurgu dizisi. Teknoloji ve determinizm temalarını derinlemesine inceleyen bir yapım olarak öne çıksa da, pandemide bizlerin yüzünü güldürmüştü. Garland’ın senaryosu, bir teknoloji şirketinin gizemli geliştirme bölümünde çalışan Lily Chan adlı yazılım mühendisinin erkek arkadaşının ölümüyle ilgili gerçeği ortaya çıkarma çabalarını anlatıyor. Dizi, izleyiciyi determinizm, özgür irade ve ahlaki sorumluluk gibi felsefi konular üzerinde düşündürürken, karmaşık ve çok katmanlı hikâye yapısıyla dikkat çekiyor. Garland, senaryosunda 2001: A Space Odyssey ve Blade Runner gibi klasik bilimkurgu filmlerinden ilham alarak izleyiciye hem görsel hem de düşünsel bir ziyafet sunmayı hedefliyor.

Garland ve FX birlikte güzel bir işe imza attı. Fakat yine de, karakterlerin travma tarafından motive edilmesi/tanımlanması Garland’ın çalıştığı türler için oldukça yaygın olsa da, bunu hâlâ bir tür kısa yol olarak değerlendirmek mümkün. Bir karakter acı çekerken onunla empati kurmak kolaydır. Kolaya kaçtığı için kendi içinde derinleşeceği alanları da ıskalıyor.

Sonuç

Sonuç olarak, Garland’ın anlatmak istediği her konuda olabildiğince araştırma yaptığı, düşündüğü ve anlatacağı her şeyi öğrenmeye çabaladığı görülüyor. Ama çok fazla bilgi verme ve entelektüellik kaygısıyla filmlerinin derinliği yüzeysel kalabiliyor. Karakterleri kurarken de belli başlı jenerik anlatılarda dolandığı hissediliyor. Karakterlerini travmalar etrafında döndürüp duruyor. Bu problemin Garland’a değil, bulunduğu sektöre ve filmlerini çıkarttığı ülkeye ait olduğunu da unutmamak lazım. Ama keşke gerçekten arzuladığı kadar derine inebilse ve bizlere karakterlerin etkisinden uzun süre çıkamayacağımız, üzerine tek başımıza düşüneceğimiz anlatılar verebilse. Ne yazık ki her Amerikan destekli yapım gibi, Amerika ne kadar düşünmemizi isterse o da o kadar derinleşebiliyor.

Yararlanılan Kaynak:

Yazar: Ceren Demirkılınç

Ürün tasarımcısı. 10 yıldır yapay zekânın bilişsel gelişimi üzerine çalışmalar yapıyor. Teknoloji alanında çalışmayı, bilimsel gelişmeler üzerine düşünüp yazmayı seviyor. Robot hakları aktivisti. Çeşitli yerlerde öyküleri, kitap eleştirileri yayımlandı. Yaşamını kedileri ile seyahat ederek sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

Alien-Jones-the-Cat-and-Sigourney-Weaver

Alien Filmindeki Kedi Jones Robot Olabilir mi?

Ridley Scott’ın bilimkurgu korku başyapıtı Alien ve onun aksiyon ağırlıklı devam filmi Aliens etrafında zamanla …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin