“Dünyanın sonu, insanlığın sonu değildir; bilakis direnişinin başlangıç noktasıdır.” — Robert Jordan
İnsanlık, tarihin başlangıcına olduğu kadar sonuna dair de epeyce spekülasyonda bulunmuştur. Bahsi geçenler kâh rivayet olmuş kâh gerçeğin ta kendisi bilinmiştir. Bunda en büyük etken ise önceki yazıda da değindiğimiz üzere tüm medeniyeti inşa etme motivasyonunu sağlayan hudutsuz meraktır. Merakımızın tazyikiyle diğer canlıların yapamadığını yaparak “şimdi”den sıyrılır ve zamanın öteki veçhelerine ilişkin akıl yorma işine de girişiriz. Hâl böyle olunca, anlatılar insanın yaşam boyunca arttırdığı ne varsa aktarma aracı işlevi görmüş, hayal gücünü perçinlemiştir.
Dünyanın sonu temalı film listemizin ikinci bölümüyle karşınızdayız.
Invasion of the Body Snatchers (1956)
Küçük bir Kaliforniya kasabasında yaşayan Dr. Miles Bennell (Kevin McCarthy), kasaba sakinlerinin yerini duygusuz ve kimliksiz kopyaların aldığını keşfeder. Bu kopyalar, devasa bitki kapsüllerinden çıkar ve orijinal insanların yerini alarak kasabayı istila ederler. Dr. Bennell ile sevgilisi Becky Driscoll (Dana Wynter) ise istilayı durdurmak için mücadeleye atılır, ancak kimse onları ciddiye almaz. Böylece dünyanın sonunu getirecek olaylar başlar.
Invasion of the Body Snatchers, bireyselliğin kaybolmasıyla ortaya çıkan toplumsal paranoya temasını ustalıkla işlerken izleyiciyi de sürekli bir gerilim ve korku atmosferinde tutuyor. Böylece Soğuk Savaş dönemi paranoyasıyla birlikte süregelen değişime karşı duyulan kitlesel güvensizliği de aktarmayı başarıyor.
A Boy and His Dog (1975)
Genç Vic (Don Johnson) ve onun telepatik köpeği Blood’un hayatta kalma mücadelesini anlatan yapım, yok oluşun bir başka çehresini sunuyor. İkili, çorak topraklarda yiyecek ararken yer altında yaşayan bir topluluğun varlığını keşfeder ve onlarla etkileşim kurar. Ancak aldatılırlar ve Blood’un yardımıyla bu tehlikeli durumdan kurtulmaya çalışırlar. Bu zorlu süreçte hayatta kalmak için birbirlerine olan bağlılıklarını da yeniden keşfetme imkânı bulurlar.
A Boy and His Dog, insan doğasının karanlık yönlerini ve hayatta kalma içgüdüsünü keşfediyor. Dostluk ve sadakat temalarını incelikle işlerken, medeniyetin çöküşü sonrası insanlığın nasıl değişebileceğine dair çarpıcı eleştiriler de sunuyor.
The Day After (1983)
Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasındaki nükleer savaşın ardından yaşananları anlatan film, Kansas eyaletindeki Lawrence ve Kansas City bölgelerinde yaşayan insanları odağına alıyor. Nükleer saldırı öncesinden başlayan hikâye, saldırının etkisiyle daha da vurucu hâle gelerek yaşanan değişimi tüyler ürpertici bir anlatıya dönüştürüyor.
Nükleer savaşın yıkıcı etkilerini ve insanlık üzerindeki kalıcı sonuçlarını vurgulayan The Day After, savaşın dehşetini ve insanları nasıl derinden etkilediğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Nükleer silahlanmanın tehlikelerine dikkat çekerek barışçıl çözümler aramanın önemini ve yaşamın kırılganlığını dikkat çekici bir anlatımla hatırlatıyor.
12 Monkeys (1995)
Mahkûm James Cole (Bruce Willis), insanlığın büyük kısmını yok eden bir virüs salgınının nedenini araştırmak için 2035’ten 1996 yılına gönderilir. Yolculuğu salgını durdurmak için başlasa da zamanla işler daha karmaşık bir hâle gelir. Bilim insanı Dr. Kathryn Railly ve zihinsel sorunları olan Jeffrey Goines (Brad Pitt) ile tanışır. Bu ikili başta Cole’a inanmaz, ancak zamanla yargıları değişir.
Kader ve zamanın akışının değiştirilebilirliği üzerine derin düşünceler sunan 12 Monkeys, geçmişin değiştirilemeyeceği gerçeği ile yüzleşen karakterler aracılığıyla bireysel eylemlerin önemini ve insanlık tarihinin döngüselliğini tartışmaya açıyor. Böylece “kader” kavramına dair felsefi bir anlatı sunuyor.
The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy (2005)
Sıradan bir adam olan Arthur Dent (Martin Freeman), Dünya’nın aniden yok edilmesinin ardından kendini galaksiler arası bir maceranın ortasında bulur. Aslında bir uzaylı olduğunu öğrendiği eski arkadaşı Ford Prefect ile birlikte kozmik bir yolculuğa çıkar. Bu macerada, evrenin sırları ve yaşamın anlamı üzerine absürt ve mizahi keşiflere imza atacaklardır.
Evrenin karmaşıklığını ve hayatın beklenmedik sürprizlerini mizahi bir dille ele alan bu kült yapım, Arthur’un sıradanlığın ötesine geçip bilinmeyenle yüzleşmesini eğlenceli ve düşündürücü bir şekilde anlatıyor. İnsan doğasını, yaşamın ve evrenin saçmalığını ve buna karşı süren anlam arayışının çelişkisini sivri mizahıyla sorguluyor. Rastlantısallığı ve beklenmedik olayların yaşamımızdaki yerini de cesurca sergiliyor.
The Mist (2007)
Alelade bir kasabaya gizemli bir sis çöktüğünde, süpermarkette mahsur kalan bir grup insan hayatta kalma mücadelesi vermeye başlar. Sisle birlikte gelen korkunç yaratıklar, içerideki insanların korkularını ve umutsuzluklarını körükler. Böylece dışarıdaki tehlikeler kadar içlerindeki karanlıkla da yüzleşmek zorunda kalırlar.
Stephen King uyarlaması olan The Mist, insanın korku ve belirsizlik anlarında ahlaki ve etik değerler bağlamında nasıl şekillendiğini gözler önüne seriyor. Kapana kısılmışlık içinde insanların gerçek yüzlerini nasıl ortaya çıkardığını etkileyici biçimde gösteriyor ve toplumsal dinamiklerin çöküşünün ürpertici bir temsilini ortaya koyuyor.
WALL·E (2008)
Uzak bir gelecekte, Dünya aşırı kirlilik ve çöp nedeniyle yaşanmaz hâle gelmiştir. İnsanlarsa uzay gemilerine yerleşerek Dünya’yı terk etmiştir. Dünya’da, sadece WALL-E adında bir çöp toplama robotu kalmıştır. Bir gün WALL-E, Dünya’ya yaşam aramak için gönderilen EVE adında bir robotla tanışır, ona âşık olur. EVE’yi takip ederek uzay gemisine gider ve insanların Dünya’ya dönüp gezegeni yeniden yaşanabilir hâle getirmeleri için mücadele eder.
Çevre kirliliği ve aşırı tüketimin dünyayı nasıl yok ettiğini gösteren WALL-E, insanları doğaya karşı daha duyarlı olmaya teşvik eden birçok mesaj içeriyor. Bu bağlamda teknolojinin insanları nasıl tembelleştirdiğine, gerçek ilişkilerden uzaklaştırdığına dikkat çekiyor. Aynı zamanda küçük çaplı kişisel çabaların bile büyük değişiklikler yapabileceğini etkileyici bir biçimde gösteriyor.
Knowing (2009)
Nicolas Cage’in başrolde olduğu film, 1959’da gömülmüş bir zaman kapsülünden çıkan ve gelecekteki felaketleri doğru şekilde tahmin eden şifreli bir belgeye yoğunlaşıyor. Belgenin gizemini çözmeyi kafasına koyan astrofizik profesörü John Koestler, yaklaşan büyük bir felaketi önlemeye çalışırken oğlunun da bu olaylarla bağlantılı olduğunu öğrenir.
Kaderin kaçınılmazlığı ve insanlığın doğa karşısındaki kırılganlığını ustalıkla vurgulayan Knowing, insanın kontrol edemediği güçler karşısındaki çaresizliğini ve umut arayışını derinlemesine işleyen etkileyici bir anlatıma sahip.
4:44 Last Day on Earth (2011)
Film, olayları Dünya atmosferinin ortadan kalkacağı ve insanlığın sona ereceği kesin olan bir gecede, New York’ta yaşayan bir çiftin gözünden anlatıyor. Cisco ve Skye çifti, son saatlerinde yaklaşan kıyametle yüzleşirken, biz de birbirlerine olan sevgilerine ve geçmişle hesaplaşmalarına şahitlik ediyoruz.
İnsanın varoluşsal kaygılarını ve sevgi ile bağışlamanın önemini vurgulayan 4:44 Last Day on Earth, dünya sona ererken bile duygusal bağların gücünü sorguluyor. Yaşamın son anlarında dahi sevginin ve affetmenin insan ruhu üzerindeki etkilerini etkileyici biçimde aktarıyor.
Seeking a Friend for the End of the World (2012)
Dev bir asteroidin Dünya’ya çarpacağı kesinleşince toplum kaosa sürüklenir. Sigorta satıcısı Dodge (Steve Carell) da karısı tarafından terk edilip tek başına kalır. Komşusu Penny (Keira Knightley) ile tanışan Dodge, onunla birlikte bir yolculuğa çıkar. Dodge, yolculuk sırasında kaybettiği lise aşkını bulmak isterken Penny ise ailesine veda etme derdindedir.
Hayatın son anlarında bile anlam ve bağ kurmanın önemini vurgulayan Seeking a Friend for the End of the World, ölüm kaçınılmaz olsa da sevginin daima birleştireceği mesajını iç ısıtan bir samimiyetle sunuyor. Kıyametin eşiğinde bile umudun taşınabileceğini sıcacık bir anlatımla aktarıyor.