“Görsel Efektsiz de Oluyormuş Dedirten Bilimkurgu Filmleri” yazı dizimizin üçüncü ve son bölümüyle tekrar karşınızdayız. Bu bölümle birlikte toplamda 30 filmlik bir seçkiye imza atmış oluyoruz. Elbette anlatısını görsel efektlere bel bağlamadan aktaran filmleri listelediğimiz bu yazı dizisinin uzatılması ve ele alınan örneklerin çoğaltılması mümkün. Ancak konuya dikkat çekmeyi amaçlayan 30 filmlik bir seçki de yeterince tatminkâr duruyor.
Öte yandan filmleri belirleme noktasında öneri ve görüşlerini bizden esirgemeyen takipçilerimiz de kocaman bir teşekkürü hak ediyor. Doyurucu bir kaynak olduğunu umuyor, hepinize keyifli seyirler diliyoruz…
Children of Men
Children of Men, Meksika topraklarından çıkmış en önemli yönetmenlerden biri olan Alfonso Cuaron imzalı benzersiz bir kıyamet sonrası filmi. İnsanlık, kadınlara musallat olan bir maraz nedeniyle yok olmanın eşiğindedir. Yeryüzündeki tüm kadınlar doğurma yetisini kaybetmiş, doğan son bebeğin üzerindense on sekiz yıl geçmiştir. 2027 yılında, Dünya üzerinde yaşanabilen tek yer İngiltere’dir. Fazlasıyla yıpranan ve her sokağından umutsuzluk ve ölüm korkusu akan ülke, aynı zamanda insanlığın son çırpınışlarına da sahne olmaktadır.
Bu kaos ortamında başına geleceklerden habersiz kahramanımız Theo, basit bir görev esnasında karşılaştığı mucizevi bir olayla kendi ırkının yazgısını değiştirmeye çalışacak, bu görev her insanlık kahramanının tecrübe ettiği üzere fazlasıyla çetin geçecektir. Children of Men, epik atmosferi ve eşsiz sahneleriyle sinemada özgün hikâye ve başarılı yönetim ikilisinden taviz vermeyenlerin asla kaçırmaması gereken yapımlardan.
The Truman Show
Senaryosunu Andrew Niccol’ün yazdığı, yönetmenliğini ise Peter Weir’ın üstlendiği The Truman Show, giderek gösteri toplumuna dönüşen uygarlığımıza yönelik esaslı bir eleştiri mahiyetinde. Jim Carrey tarafından canlandırılan karakterimiz Truman, cennetten çıkma küçük adasında mutlu mesut yaşayan bir sigorta satıcısıdır. Güzel bir eşe, mutlu bir hayata sahiptir. Ta ki öldüğünü sandığı babasını bir sokakta görene dek… İlerleyen günlerde başka gizemlerle de karşılaşan kahramanımız, bir şeylerin yolunda gitmediğini fark edecek ve sahip olduğu hayatın gerçekliğini sorgulamak zorunda kalacaktır.
The Truman Show, özellikle 90’ların sonunda ayyuka çıkan “yalan hayatlar” temasının bir başka ve kesinlikle en iyi örneklerinden. Ancak son birkaç sahnesi hariç efektlere bel bağlamayan yalın görselliği sayesinde The Matrix, Dark City, eXistenZ, The Thirteenth Floor gibi filmlerden sıyrılmayı başarıyor. Tabii Jim Carrey’nin olağanüstü performansı da cabası.
A Clockwork Orange
Yedinci sanatın mükemmeliyetçi isimlerinden Stanley Kubrick’in yönettiği A Clockwork Orange (Otomatik Portakal), Anthony Burgess’ın aynı adlı romanından uyarlanmış unutulmaz bir distopya örneği. Liderliğini Alex’in üstlendiği suç çetesi, içinde filizlendiği çarpık toplumu yansıtırcasına şiddet uygulamakta ve bunu da adeta bir ritüel havasında gerçekleştirmektedir. Kafadarlar, keyifle söyledikleri şarkılar eşliğinde gasp, tecavüz ve hatta cinayet gibi her türlü suçu ve yozlaşmışlığı sergilemektedir. Ancak son eylemlerinde arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılan Alex yakalanarak cezaevine girer. Hapisten çıkmak için her şeyi göze alan anti-kahramanımız, hükümetin suçluları “topluma kazandırmak” amacıyla hazırladığı tedavi programına denek olarak katılmayı kabul edince, o kutsadığı şiddetin de mağduru haline gelecektir…
Başarılı bir distopya ve kara mizah örneği olan A Clockwork Orange, rahatsız edici şiddeti ve eleştirel derinliğiyle sinema tarihinin kendine özgü filmlerinden biri. Toplumsal yaşam içinde bireyin konumunu ve özgür iradenin dokunulmazlığını, insanı insan yapan özelliklere hükümet müdahalesinin nerelere varacağını sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda görsel, sosyal ve politik açıdan bir dolu meseleye de neşter atıyor.
Sleeper
Greenwich Village’da sağlıklı gıda dükkânı sahibi Miles Monroe, sıradan bir ülser ameliyatı sırasında komplikasyonlar yaşamasının ardından folyoya sarılarak dondurulur ve 200 yıl sonra tekrar çözülür. Bananas ve Love and Death’te olduğu gibi, Allen’ın karakteri, yine bir tiranlığı diğeri için değiştirmeye mahkûm devrimci faaliyetlerin içine sürüklenen bir bozguncudur. Bir yeraltı direniş örgütüne üye iki bilim insanı, aslında bu çağa ait olmayan ve dolayısıyla hiçbir kimlik bilgisi bulunmayan Miles Monroe’yu kullanmak ister. Çünkü 2173 yılında ABD bir polis devletine dönüşmüştür ve devletin başında da azılı bir diktatör vardır.
Sleeper, Woody Allen’ın hem yazıp hem oynayıp hem de yönettiği 1973 tarihli bir fütüristik taşlama. Ayrıca yedi ayrı öyküden oluşan Everything You Always Wanted to Know About Sex’i saymazsak, Allen’ın filmografisindeki ilk ve tek bilimkurgu filmi olma özelliğini taşıyor.
Her
Bir insan başka bir insana neden âşık olur? Aşkın altında yatan bir formülden bahsedilebilir mi? Karşımızdaki kişide hangi özellikleri ararız? Fiziksel görünüş mü önemlidir, yoksa ruh güzelliği mi? Ya yaş, para, şöhret? Peki, canlı bile olmayan bir şeye aşık olunabilir mi? Örneğin bir yapay zekâya? Yakın gelecekte geçen öykümüzün kahramanı Theodore, başkaları adına mektuplar yazarak geçimini sağlayan özel hayatı sorunlu bir yazardır. Bir gün reklamlarda gördüğü yapay zekâlı işletim sistemini satın almasıyla tüm yaşamı ansızın değişir. Zira Samantha isimli sanal zekâ uygulaması ile kahramanımız arasında sıra dışı bir ilişki başlayacaktır…
Spike Jonze’un yazıp yönettiği filmin başrolünde Joaquin Phoenix var. Ona eşik edenler arasında Chris Pratt, Amy Adams gibi tanınmış isimler bulunuyor. Samantha isimli yapay zekâ yazılımına sesiyle ruh katan kişi ise ünlü aktris Scarlett Johansson’dan başkası değil.
Frequency
Eğer zamanda geriye gidip hayatınızı sonsuza kadar değiştiren bir olayı tersine çevirme şansınız olsaydı bunu yapar mıydınız?
Başarılı bir polis memuru olan John Sullivan (Jim Caviezel), eski telsiziyle 30 yıl öncesinden bazı frekanslar alabildiğini fark eder. Konu üzerinde biraz yoğunlaşınca bu frekansın yıllar önce bir yangında hayatını kaybeden babasına ait olduğunu görür. Önceleri babasıyla eski günleri yad eden John, zaman geçtikçe babasının ölümünü engelleyebileceğini anlar. Ne var ki bu yaptığı bir şekilde tarihin akışını değiştirecek ve o yıllarda üst üste cinayetler işleyen bir seri katilin yakalanmasını zorlaştıracaktır. Bunu fark eden baba oğul, farklı zaman dilimlerinde olsalar da ortaklaşa bir mücadeleye girişirler.
Soylent Green
Takvimler 2022’yi gösterirken manzara hiç de iç açıcı değildir. Nüfus korkunç bir hızla artmış, kaynaklar tükenmenin eşiğine gelmiştir. Kıtlık ve dolayısıyla sefalet her yerdedir. Doğa yok olmuş, zengin-fakir arasındaki uçurum iyice açılmış, günümüzün zahmetsizce bulunabilen sıradan gıdaları bile lükse dönüşmüştür. Elbette bu radikal koşullar, radikal çözüm ve yönetimler de doğurmuştur. İnsanların besin ihtiyacı, Soylent Corporation tarafından üretilen yüksek enerjili ve de şaibeli yeşil bir külçedir. Kahramanımız Dedektif Thorn, işte böyle bir dünyada işini yapmaya çalışmakta ve bir cinayeti araştırmaktadır. Öldürülen zengin ve oldukça önemli biridir. Çok geçmeden Thorn, bunun aslında sıradan bir cinayet olmadığını anlayacak ve korkunç bir gerçeğin farkına varacaktır…
Harry Harrison‘ın 1966 tarihli Make Room! Make Room! (Yer Açın! Yer Açın!, Metis Yayınları) adlı romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Richard Fleischer oturuyor. Oyuncu kadrosunda ise Charlton Heston, Edward G. Robinson, Leigh Taylor-Young gibi isimler var.
The Fly
Yönetmenliğini David Cronenberg’ün üstlendiği The Fly, ışınlama konusunda çalışmalar yapan bilim adamı Seth Brundle’ın yavaş ve sancılı dönüşümüne odaklanıyor. Kahramanımız, çalışmaları sonucunda ışınlama teknolojisini icat etmeyi başarır ve gazeteci Verenica Quaife’nin de huzurunda kendisini bir kabinden diğerine ışınlayarak haklılığını kanıtlar. Ancak kimsenin bilmediği bir şey vardır: Bu ışınlanma sırasında kabine bir sinek girmiştir ve Seth’inki ile küçük sineğimizin DNA’sı birbirine karışmıştır. Artık Seth, geri dönüşü olmayan bir mutasyon sürecine maruz kalır. Bu noktadan sonra izlediğimiz şey, Seth’in korkunç dönüşümü ve yok oluşudur.
Goldblum’a yapılan sinek makyajı ile Oscar ödülüne de layık görülen yapım, George Langelaan’ın 1957’de Playboy dergisinde yayımlanan aynı adlı kısa öyküsüne dayanıyor. Öyküyü sinemaya uyarlayan ilk yönetmen ise 1958’de Kurt Neumann olmuştu.
Blindness
City Of God ile yerini sağlamlaştıran Fernando Meirelles, başrolünde Julianne Moore’un oynadığı Blindness ile türler arası gidip gelen başarılı bir işe imza atıyor. José Saramago’nun romanından uyarlanan yapım, ansızın patlak veren küresel bir körlük salgınının yol açtığı dramatik olayları anlatıyor. Hapishane filmlerinde görmeye alışık olduğumuz anlatım ve görsellik eşliğinde bir hayatta kalma mücadelesi izliyoruz. Meirelles, büyük oranda insanlığın karanlık tarafına vurgu yapıyor. Kör olan insanların tutulduğu hapishane benzeri bir ortamda geçen öyküde, günümüz dünyasında yaşanan kimi politik ve finansal ilişkiler dar bir ortama indirgenerek aktarılıyor.
Yaşanan kitlesel körlükle birlikte çöken siyasi otorite yerini kaosa bırakıyor. Beyaz renk paletlerinin hâkim olduğu yapımda, beyaz bu kez karanlığı simgeliyor. 28 Days Later’ın kaotik ortamını referans alan film, koşulların insanı canavarlaştırıp kimi zaman da nasıl duyarsızlaştırdığını gözler önüne seriyor. Meirelles, hikâyesinde felsefi ve siyasi okumalara fazla değinmeden, olayları kör olmayan tek karakterin gözünden bize aktarıyor.
The Road
Post-apokaliptik günlere hoş geldiniz. Amerika yangın yeridir. Doğal felaketler sonucunda Amerika kıtasında yaşayanların neredeyse hepsi ölmüş, hayvanlar ve bitkilerse yok olmuştur. Hayatta kalmayı başarmış az sayıda insan ya açlıktan ölmekte ya da yamyamlara yem olmaktadır. Bu koşullara daha fazla dayanamayan karısının intiharı sonrasında kahramanımız, yanına oğlunu da alarak güneye, okyanus kıyısına doğru zorlu ve uzun bir yolculuğa çıkar. Ancak bu yolculuk birçok tehlikeye gebedir…
Cormac McCarthy’nin romanından beyaz perdeye uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda John Hillcoat bulunuyor. Baba rolünde Viggo Mortensen’i, oğul rolünde ise Kodi Smit-McPhee’yi görüyoruz. Yine Charlize Theron da yardımcı bir rolle karşımıza çıkıyor. The Road, bir bilimkurgu filmi olmasına rağmen Western tutkunlarına da göz kırpmayı ihmal etmiyor.