Bilimkurgu sinemasından bahsedildiğinde, aklımıza çoğunlukla yüksek bütçeler ve göz dolduran görsel efektlerle birlikte dev prodüksiyonlar gelir. Oysa küçücük bütçelerle, daracık alanlarda hayli ilginç ve dikkat çekici bilimkurgu filmleri yapmış birçok yönetmen vardır. Hatta bazıları sırf bu nedenden popüler olmuşlardır. Mesela Duncan Jones. Herhalde bilimkurgu fanları arasında onun Moon filminden haberdar olmayan yoktur.
Ancak düşük bütçeliler âleminde Moon kadar popüler olamamış, bir şekilde gözden kaçırılmış, unutulmuş, kısacası “underrated” kalmış başka filmler de var. İşte sizlere muhtemelen isimlerini duymadığınız – ya da hakkında çok sık konuşulmayan – fakat harcadığınız zamana kesinlikle değecek on adet düşük bütçeli bilimkurgu filmi; buyurun.
10. Plus One (2013) – Dennis Iliadis
Yunanistan doğumlu yönetmen Dennis Iliadis, Wes Craven’in The Last House on the Left’ini yeniden çektiğinde istediği atılımı yapamamıştı. Eleştirmenler Iliadis’in yorumunda filmin orijinalindeki entelektüel sosun eksik olduğunu, bunun yerine filmin yok yere gore’a bulandığını söylemişlerdi. Bu filmle kıyaslandığında, yönetmenin bir sonraki uzun metrajı olan Plus One’ın (“+1”) çok daha iyi bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Plus One, prömiyerini South by Southwest Festival’inde yapmış, fakat Iliadis filmin bu ilk gösterimdeki halinin çok fazla aceleye geldiğini düşünerek sonradan film üzerinde biraz daha çalışmıştır.
David (Rice Wakefield) ve Teddy (Logan Miller) adında iki arkadaş, birbirlerinden farklı amaçlarla şaşalı bir partiye katılırlar. Partiyle birlikte her şey tipik bir gençlik hikâyesi tadında başlar; müzik, alkol ve tabii seksle birlikte. Fakat sonra birden ışıklar söner. Işıklar geri geldiğindeyse işler garip bir hal almaya başlamıştır.
Plus One’ın benzer temaya sahip diğer filmler kadar güçlü olmadığı doğru. Ancak oldukça eğlenceli bir film olduğu da su götürmez. Bir kere filmi izlerken çok fazla açıklamaya ihtiyaç duymuyorsunuz. Bununla birlikte, karakterlerin başlarına gelen acayip olaya karşı verdikleri tepkiler, hikâyedeki gizemi çözmeye çalışmaktan çok daha ilgi çekici duruyor. Bahsedilen olayla birlikte, karakterlerin gerçek yüzleri ve kendi varoluş savaşlarını verirken neler yapabilecekleri açığa çıkıyor. Üstelik bu savaşı yalnızca bir başkasına karşı vermiyorlar; her biri kendileriyle, kendi alternatif “ben”leriyle mücadele ediyorlar. Kısacası çok büyük beklentiyle izlemediğiniz sürece eğlenceli bir film olduğunu söyleyebiliriz.
9. Cruel and Unusual (2014) – Merlin Dervisevic
Kanada’dan sürrealist bir bilimkurgu gerilim olan Cruel and Unusual, iyi bir film olabilme şansı varken bunu pek de iyi kullanamamış fakat yine de kötü olmayan filmlerden. Hikâye, kendisini tuhaf bir binada hapsolmuş olarak bulan ve karısını öldürdüğü günü yeniden ve yeniden yaşamak zorunda kalan esas karakterimiz Edgar (David Richmond-Peck) etrafında gelişiyor. Merak uyandırıcı bir başlangıç yapan film, ağır ilerlese de merak unsurunu canlı tutmayı ve hiç de fena olmayan birkaç zekice hamleyle finale gitmeyi başarıyor.
Bununla birlikte filmin – muhtemelen kısa süreli olmasından kaynaklanan – eksikleri olduğunu da söylememiz gerek; bilhassa inandırıcılık konusunda. Yan hikâyelerin yeterince derin ve karmaşık olmayışı ya da oyuncu yönetimi konusuna pek de özenilmemiş olması gibi. Fakat tüm bunlara rağmen Cruel and Unusual, düşük bütçesi göz önüne alındığında gerçekten dikkate değer bir film. Üstelik tüm eksiğine gediğine rağmen başlangıçtan itibaren dikkatinizi canlı tutmayı da başarıyor. Eğer karanlık ve kasvetli filmlerden hoşlanıyorsanız bir bakmanızda fayda var.
8. The Infinite Man (2014) – Hugh Sullivan
Avustralyalı yazar-yönetmen Hugh Sullivan’ın ilk uzun metrajı olan The Infinite Man, romantik komedi ve bilimkurgunun harmanlandığı, oyuncu ve mekân kullanımı ile son derece minimalist bir hikâye anlatımına sahip olan, etkileyiciliği de bu anlatım tarzından gelen bir film. Genç bilim adamı Dean, sevgilisi Lana ile muhteşem bir hafta sonu geçirmek istemektedir. Ancak Lana’nın eski sevgilisi Terry’nin geri dönüşüyle Dean’in hayalleri suya düşer. Bundan sonra Dean’in amacı, geçmişe geri dönüp olayların akışını değiştirmesini sağlayacak bir makine icat etmektir.
The Infinite Man ilk bakışta sevimli bir romantik komedi filmiymiş gibi görünüyor olabilir; yer yer öyledir de. Fakat burada epey karanlık bir tema olan saplantının da oldukça iyi işlendiğini söyleyebiliriz. Filmde – kendilerinin farklı versiyonlarını oynayan – yalnızca üç oyuncu görürüz ve olaylar neredeyse tek bir mekânda geçer. Bu kadar küçük ölçek ve düşük bütçeye rağmen Sullivan bize zaman yolculuğu konusunda yeni bir hikâye anlatmayı başarıyor. Karakterler oldukça ilginç tipler ve oyuncular da bu karakterlerin hakkını kesinlikle veriyorlar. Tüm bunların sonucunda da ortaya epey komik ve eğlenceli bir düşük bütçeli bilimkurgu çıkıyor.
Film bir romantik komedi için kesinlikle biraz karanlık; en azından About Time’dan daha karanlık. Ancak aynı zamanda sizi epey gülümsetecek kadar da aydınlık bir çehreye sahip. Sonuç olarak, bir bilimkurgu teması olarak zaman yolculuğunu akıllıca kullanan The Infinite Man, kesinlikle daha çok insan tarafından seyredilmeyi hak eden filmlerden…
7. God Told Me To (1976) – Larry Cohen
Kısa bir süre önce aramızdan ayrılan yönetmen Larry Cohen’in God Told Me To filmi, It’s Alive kadar popüler olmasa da Cohen sinemasını anlamak isteyen herkes tarafından mutlaka seyredilmesi gereken filmlerden. Aynı zamanda bir yazar olan Cohen’in en benzersiz özelliği, hikâyelerinde farklı türleri birbirine ustaca kaynaştırmasıdır ve bunu God Told Me To’da da yapar. Korku, suç, dram ve bilimkurgu türlerini bir araya getirdiği bu filmin sonunda da seyircide epey huzursuz edici duygular yaratmayı başarır.
Cohen bu filmi yapmak için İncil’den ilham aldığını, İncil’de bahsedilen Tanrı’nın kayıtlara geçmiş en sert karakterlerden biri olduğunu düşündüğünü söylemiştir. Dini ögeler içeren diğer filmlerde olduğu gibi, bu film de günah, suçluluk ve riyakârlık gibi fikirlerle ilgilenir. Roger Ebert filmi acımasızca eleştirmiştir; hatta neredeyse ondan nefret etmektedir. Yine de Cohen’in din, cinsellik, kökenler ve görevlerle ilgili sorular sorduğu, epey sıra dışı ve tuhaf bir film olan God Told Me To’ya bir şans vermek ve bu soruları kendiniz cevaplamak isteyebilirsiniz.
70’lerin düşük bütçeli filmlerine uygun olarak God Told Me To’da da bazı sahnelerde kamera kullanımının ve kurgunun korkunç olduğunu, daha da önemlisi Cohen filmlerinin herkese göre olmadığını söylemeden geçmeyelim. Yine de şöyle eskilerden, gerçekten tuhaf, alışılmadık, hatta beyin yakan, “ne izledim ben şimdi?” diyeceğiniz bağımsız bir film istiyorsanız God Told Me To’yu gönül rahatlığıyla seçebilirsiniz…
6. The Door (2009) – Anno Saul
Senaryosunu Fatih Akın’ın kaleme aldığı Kebab Connection’la tanınan Alman yönetmen Anno Saul, The Door ile – “Die Tür” – bizlere keder ve suçluluk duygusuyla yoğurulmuş bir bilimkurgu drama armağan ediyor.
Film adeta bir rüya gibi; David (Mads Mikkelsen) isimli kahramanımızın gördüğü acı dolu bir rüya… David, kızının trajik ölümünden dolayı kendisini suçlamaktadır. Birkaç yıl bu duyguyla savaş verdikten sonra hayatına son vermeye karar verir; kızının hayatının son bulduğu yerde yapacaktır bunu. İşte hikâye de tam bu noktadan sonra ilginçleşmeye başlar; David ölüme gitmeye çalışırken, paralel bir dünyaya açılan bir kapı keşfeder…
Hikâye temel olarak geçmişle olan bitmek tükenmek bilmez hesaplaşmalarımıza odaklanıyor. Geçmişte her ne yaşanmışsa bunun artık olup bitmiş olduğunu, insanın kendisini suçlamasının hiçbir işe yaramayacağını, geçmişin asla değiştirilemeyeceğini söylüyor ve bunu lineer bir anlatımla yapmıyor; aslında film bütünüyle kendini bağışlamanın gerekliliğini anlatan bir metaforlar denizi gibi.
Sonuç olarak, Türk yazar Akif Pirinççi’nin aynı isimli romanından uyarlanan – asın bayrakları! – The Door, kesinlikle dikkate değer bir film. Mikkelsen faktörünü de unutmamak gerek tabii. Mads Mikkelsen bugün dünyanın en popüler Avrupalı aktörlerinden biri olsa da en iyi performanslarından birini kesinlikle bu az bilinen filmde sergiliyor ve bu performans da görülmeye değer…
5. Silent Running (1972) – Douglas Trumbull
Duncan Jones’un hayran olduğunu söylediği ve Moon’da da saygı duruşunda bulunduğu Silent Running, gelecekte doğayı bekleyen tehlikelerin neler olabileceğine dair söyledikleriyle harika bir film. Universal Studios, 1970’lerin başlarında pek çok düşük bütçeli filmi finanse etmişti. Silent Running de ekoloji teması ve bol mesaj kaygısıyla onların arasında parıldıyordu.
Film dünyadaki tüm bitki yaşamı neslinin tükendiği bir gelecekte geçer. Dört kişi, Satürn yörüngesinin hemen dışında, American Airlines uzay kargo filosunun bir parçası olan Valley Forge adlı devasa bir uzay gemisinde araştırma yapmaktadırlar. Bu dörtlü içinde, diğerlerine göre epeyce farklı olan biri vardır: Freeman – ki ismi bize onunla ilgili her şeyi anlatır. Freeman, orada yaptıkları işin gerçek önemini kavrayan tek kişidir. Diğer üçü leş gibi şeyler yerken, kart oyunları oynayıp küçük araçlarıyla dev gemilerinde turlarken Freeman bitkilerle ilgilenir, hayvanlarla konuşur ve ağaçlardan topladığı taze meyveleri yer. Bir gün istasyondakiler, bir serada tutulan, dünyadan kalan bu son bitkileri yok etme emri alırlar…
Açıkçası Silent Running epey ağır ilerleyen bir film; biz bu konuda uyarımızı yapalım. Fakat yine de zamanına göre gerçekten etkileyici fikirlere sahip. Üstelik esas adam Bruce Dern’in performansı da muhteşem. Duncan Jones’un favori filmi olduğunu da unutmayın. Kısacası bu faktörler için bile izlenilebilir olduğunu düşünüyoruz…
4. The Brother From Another Planet (1984) – John Sayles
John Sayles, Amerikan bağımsız sinemasının önemli figürlerinden biri. Gişede başarı elde ettiği ilk film olan The Brother From Another Planet ile de 350,000 dolar gibi küçücük bir bütçe, tanınmamış oyuncular ve fakat epey enteresan bir fikirle oldukça iyi bir iş çıkarmış. Film, dünyaya düşmüş dilsiz bir uzaylının hikâyesini anlatıyor. Görünüş itibariyle – ayaklarını saymazsak – sıradan bir siyahi adama benzeyen uzaylımız, bir yandan dünyayı anlamaya çalışırken diğer yandan da peşindeki iki “beyaz” uzaylıdan kaçmaya çalışıyor. Konuşamasa da oldukça iyi bir dinleyici olan, bu yüzden dünyalılarla iyi ilişkiler kurabilen “brother” aynı zamanda zihin de okuyabiliyor.
Roger Ebert, The Brother From Another Planet için “en ciddi filmler, komedi filmleridir; bu da onlardan biri,” diyor; bu kesinlikle doğru. Filmin kara komediye yakın, çok zekice kurulmuş bir mizah anlayışı var. Başlangıçta hikâyenin göçmen olma fikri üzerine kurulduğunu, aslında politik bir film olduğunu düşünüyorsunuz; kısmen doğru. Fakat bu filmde çok daha fazlasının olduğuna emin olabilirsiniz.
Bununla birlikte, filmin içine girebilmek, aslında yönetmenin tarzına alışmak öyle çok kolay değil. Fakat ona bir şans verip bir kez kapıldığınızda, kendinizi çok eğlenceli, çok da zekice yazılmış bir hikâyenin içinde bulabilirsiniz. “Brother”a hayat veren Joe Morton’ın, hiç konuşmadan, yalnızca mimiklerini kullanarak sergilediği muhteşem performans da cabası…
3. The Quiet Earth (1985) – Geoff Murphy
“Zac Hobson, 5 Temmuz. Bir: Flashlight Projesi’nde yıkıcı sonuçlar doğuran bir arıza meydana geldi. İki: Görünüşe göre dünyada kalan tek kişi benim.” Bunlar esas adamımızın kayıt cihazına not ettiği sözler. Filmin ilk yarısı boyunca dünyada yapayalnız kaldığını düşünen kahramanımız için astrofizikçi Neil deGrasse Tyson şöyle söylüyor: “Daha önce hiç bilim ve mühendislik konusunda doğal bir biçimde bu kadar marifetli olan bir ana karakter görmemiştim.”
Dünyada yapayalnız kaldığına inanan bir adam… Bu hikâyenin I Am Legend, Z for Zachariah ya da özellikle The World, the Flesh and the Devil’la birebir aynı olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat Yeni Zelenda’dan çıkan bu film, bildik bir konuya yeni bir bakış açısı getirmeyi başarıyor.
The Quiet Earth, diyalogsuz bölümler de dâhil her saniyesiyle ilgi çekici bir film; kesinlikle zaman kaybı değil. Bilhassa Bruno Lawrence’ın performansı harika; sinematografi de öyle. Özellikle unutulmaz, sıra dışı finaliyle baştan aşağı bir sanat eseri olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki kendisi, bugünlerde bir çeşit kült film ününe de kavuşmuş durumda…
2. A Boy and His Dog (1975) – L.Q. Jones
Bu listedeki filmlerin pek çoğu “garip” ve / veya “sıra dışı” olarak tanımlanabilir. Bu film de onlardan biri. Bilimkurgu, komedi ve gerilim türlerini bünyesinde barındıran “tuhaf” filmimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nin güneybatısındaki çorak topraklarda, post-apokaliptik ve haliyle tehlikeli bir dünyada hayatta kalmak için birlikte çalışan genç bir çocuk ve onun telepatik köpeğinin hikâyesini anlatıyor. Evet, telepatik.
Filmin yönetmeni L.Q. Jones, esasında arkadaşı Sam Peckinpah’ın filmlerindeki kötü adam rolüyle tanınan bir aktör. Film, düşük bütçesinden dolayı teknik ya da görsel açıdan olağanüstü şeyler vadetmiyor olsa da, diyalogların zekice yazılmış ve geleceğin alışılmadık bir biçimde tasvir edilmiş olmasıyla her şeye rağmen ilgi çekici bir hale geliyor. Üstelik Vick rolünde izlediğimiz genç Don Johnson ve Blood rolündeki köpeğimiz Tiger’ın kurdukları ilişki de görülmeye değer.
A Boy and His Dog sinemalarda gösterime girdiğinde gişede başarısızlığa uğramıştı. Ancak zamanla bu film de bir kült statüsü elde etmeyi başardı. Üstelik kendisinden sonra gelecek pek çok filme de ilham verdi; Miller’ın Mad Max’i de bunlardan biri. Filmle ilgili en iyi şeylerden biriyse, Jones’un senaryoyu yazarken Amerikalı bilimkurgu yazarı Harlan Ellison’ın aynı adlı romanına neredeyse tamamen sadık kalmış olması.
Sivri dilli, alaycı ama insancıl olan hikâyemiz, hiç beklenmedik bir şekilde sonlanıyor. Fakat Ellison’ın hikâyelerine aşina olanlar ve The Boy and His Dog’un senaryo yazım süreci hakkında bilgi sahibi olanlar için bu final yalnızca makul bir final değil; olabilecek tek son bu…
1. Dark Star (1974) – John Carpenter
Son filmimiz muhtemelen listedeki en popüler film. Fakat yine de John Carpenter’ın sonraki klasikleri kadar dikkat çeken bir film değil. 1970-1972 yılları arasında, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde bir öğrenci filmi olarak çekimlerine başlanılan Dark Star, giderek genişletildi ve 1974 yılında uzun metrajlı bir film haline geldi. Bütçesi ise 60.000 dolar civarındaydı. En düşük bütçe ödülümüz goes to Dark Star!
Carpenter bu filmle düşük bütçelerle de büyülü filmler yaratabileceğini kanıtladı. Nitekim Dark Star’dan hemen sonra da – yine düşük bütçelerle – Assault on Precinct 13 ve Halloween’i yaptı. Yine Someone’s Watching Me bugünlerde kimse ondan bahsetmiyor olsa da zamanının televizyon filmlerinin çok ötesinde, oldukça heyecan verici bir çalışmaydı; kendince kült bir üne sahip olsa da hala gizli bir mücevherdir…
Dark Star özetle, 2001: A Space Odyssey ve başka birkaç bilimkurgu harikasını anımsatan bir uzay yolculuğu hikâyesidir. Fakat diğerlerinin aksine bu yolculukta kahkahalara boğulursunuz. En şahane kısımlarsa bombalı sahnelerdir.
Bu kadar düşük bütçeye ve ucuz görünen efektlere rağmen Carpenter’ın dehası sayesinde film bugün hala tazeliğini koruyor. Özellikle bunun bir “ilk film” olduğunu düşünürseniz, ilk film için çok fazla yaratıcılık görebilirsiniz. Üstelik – bilhassa müzik ve kameranın kullanımı anlamında – bu filmin etkileri Carpenter’ın kariyeri boyunca kendini göstermiştir.
Dark Star’da takip edeceğiniz bir hikâye neredeyse yoktur; bunun tam olarak “ne izledim ben şimdi?” filmlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Fakat kesinlikle çok orijinal, çok absürt, her birinin kendine özgü mizah dilleri olan şahane karakterleri ve unutulmaz sekansları vardır. Kesinlikle kaçırılmaması gereken, büyüleyici bir filmdir Dark Star. Fakat yine de önemli bir son not: Az bilinen, düşük bütçeli ya da kült olan birçok filmde olduğu gibi – bu listenin tamamı bunlara dâhil – bu film de herkese göre değildir. İyi seyirler…