Birbirimize korku hikayeleri anlatmayı seviyoruz. En eski dönemlerde bir ateşin etrafında toplanıp, ötelerdeki karanlık ormanda yaşayan canavarlarla korkutuyorduk birbirimizi. Daha sonra zaman ilerledi, bilim ve teknoloji gelişirken hayatlarımızı da değiştirdi ama korku hikayeleri anlatmaya devam ettik, üstelik bu sefer sinema yoluyla daha da gerçekçi bir biçimde. Hayatlarımızla beraber canavarlar da değişmişti elbette. Artık hemen ötedeki karanlık ormanda değil, milyonlarca kilometre uzaklıktaki gezegenlerde yaşıyorlardı. Esrarengiz bir adaya yolculukta değil de, bir uzay seyahati esnasında uzay gemimizde veya ziyaret edilen gezegende ortaya çıkıyorlardı. Bazen de kaçacak başka hiçbir yerimiz olmayan gezegenimizi istila etmeye geliyorlardı, eskiden köylerimizi basan devler gibi. Canavarların ortaya çıkışlarının nasılı ve niçini de farklılaşmıştı. Bir cadı veya büyücü eliyle ya da şeytani doğaüstü bir varlığın işi olarak değil, laboratuvarlarda doğuyorlar, oradan şehre dehşet yaymaya başlıyorlardı. Bazen bir virüsün etkileri yoluyla, bazen radyasyon sonucu mutasyonla, genetik mühendisliğinin bir harikası (!) olarak veya bir yapay zeka tarafından yaratılarak.
Zaten bilimkurgu edebiyatı ve sineması gelişirken korku faktörü onun hemen her zaman yanı başında oldu. Bilimkurgu zaten genel itibariyle bilimdeki ve teknolojideki yeni icatların, buluşların neler getirip götürebileceği belirsizliği üzerine yaslanmıyor mu? Ve belirsizlik, beraberinde endişe ve korkuyu da doğal olarak taşır. İşte bu yazımızda, bilimkurgu sinemasında korku unsurunu başarıyla kullanan ve bu yüzden belki de bilimkurguya alternatif olarak “bilimkorku”(*) sıfatını hak eden belli başlı yapıtları kısaca tanıtacağız. Elbette ki her liste gibi bu liste de öznel ve eksik olacaktır. Dilerseniz yorum kısmında başka “bilimkorku” önerilerinizi paylaşabilirsiniz.
Frankenstein (1931)
Sinemanın emekleme döneminde çekilen bilimkorku filmlerinin, teknolojik yetersizlikten ötürü efektlerin inandırıcılığı bakımından günümüz izleyicisine hitap etme noktasında bir dezavantajı mevcut. Fakat Mary Shelley’in 1818’de kaleme aldığı ve modern bilimkurgu edebiyatının da ilk örneği kabul edilen “Frankenstein” romanından uyarlanan 1931 tarihli Frankenstein filmi, aradan geçen onlarca yıla rağmen sahnelerindeki gotik atmosferle korkutmayı başarıyor.
Hayat kıvılcımını elektrikten almasıyla belki de Frankenstein için, bilimkurgu sinema tarihinin ilk ünlü siborgu diyebiliriz. Yönetmeni James Whale daha sonra 1933’te H.G.Wells’in romanından uyarlanan “Görünmez Adam” filmini de yönetmişti. Popüler kültürde akıllara kazınmış olan Frankenstein figürüne ise bu filmle ünlenen aktör Boris Karloff “hayat veriyor”.
Them! (1954)
50’li yıllardan itibaren başlayan soğuk savaş, II. Dünya Savaşında Japonya’daki Hiroşima ve Nagazaki kentlerine ABD tarafından atılan atom bombalarıyla beraber nükleer korkunun iliklere kadar hissedildiği bir dönem oldu. Bu korkunun bilimkurgu sinemasına yansıması da son derece doğal. Gordon Douglas’ın yönettiği 1954 yapımı bu filmde, New Mexico’da yapılan nükleer testler sonucunda bölgede mutasyona uğrayan ve dev boyutlara ulaşan karıncaların dehşeti anlatılıyor. İnsan yiyen bu canavarlardan iki kraliçe karıncanın Los Angeles şehrinin altında yuva yaparak koloni kurmaya başlamaları, insanlık medeniyetinin sonunu getirebilecek boyutta bir tehlikeye sahip.
Bu filmle beraber aynı yıl Japonya’da çekilen, Ishiro Konda’nın yönettiği Godzilla’yı (ülkesinde bilinen ismiyle Gojira) anmadan geçmek olmaz elbette. O filmde de Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının Japon halkının düşünce dünyasındaki bir metaforu olan dev mutant kertenkele Godzilla, radyoaktif nefesiyle binaları küle çeviriyordu.
Invasion of the Body Snatchers (1956)
Bilimkurgu sinema tarihinde yeniden çevrimleri de (Philip Kaufman’ın yönettiği 1978’deki versiyon ve Oliver Hirschbiegel’in yönetip Nicole Kidman’ın başrolde oynadığı 2007’deki versiyon) öncekiler kadar başarılı olan nadir filmler arasında olan 1956 yapımı bu filmin yönetmenliği Don Siegel’a ait. En tehlikeli savaş, kimin dost kimin düşman olduğunun bilinmediği savaştır. İşte bu filmde de uzaylılar, ele geçirdikleri insanların bedenlerinin görünümünü alarak aramızda dolaşıyorlar. Aralarındaki tek fark, her türlü insani duygudan arınmış bir durumda olmaları.
Politik alt metni oldukça sağlam olan bu filmlerde, otoriterleşen rejimler altında haksızlıklara karşı tepkisizlik, paranoyanın yol açtığı toplumsal histeri gibi temalar başarıyla işlenmiş. Soğuk Savaş döneminde çekilmiş olması itibariyle ABD’deki komünizm korkusu ve bu korkudan beslenerek her aykırı sesin komünist diye yaftalanması filmin önemli göndermeleri arasında.
Demon Seed (1977)
Donald Cammell’in yönettiği bu film, Dean R. Koontz’un romanından uyarlanmış. Yapay zekaya şeytani bir kötülük atfeden yapıtlar arasında en dehşet verici olanlarından biri. Yaratıcısı bilim adamının karısına karşı erotik bir saplantı geliştiren Proteus adlı organik süper bilgisayar, sonunda kadını baştan çıkararak “şeytanın tohumu” denilebilecek bir yaratığı dünyaya getirir.
Hristiyanlık mitolojisinde Kutsal Ruh’un üflemesiyle dünyaya gelen İsa’ya karşılık, bu filmde yapay zeka eliyle babasız dünyaya gelen bir anti-Christ ile karşı karşıyayız, bu da dini metinlerde dünyanın sonunu getireceğine inanılan deccali çağrıştırıyor. Bu filmin, yapay zekanın kıyamet alametlerinden biri olduğunu düşünen fanatik kişilerin uykularını kaçıracak korkunçlukta olduğunu söyleyebiliriz.
Eraserhead (1977)
David Lynch’in yönettiği film, saykodelik atmosferiyle yalnız başınıza izlememeniz gereken bilimkorkulardan. Lynch’in kendine has sinema anlatım dilindeki tekinsiz, tuhaf, düşlerle gerçeklerin iç içe geçtiği sürreal atmosfer bu filmde de mevcut. Post-apokaliptik bir toplumda yaşayan fabrika işçisi Henry Spencer’ın kız arkadaşı Mary hamile kalır ve Henry’nin evine taşınır.
Bebek doğduğunda ise, her ailenin arzusu olan mutlu günler değil tam tersine kabus dolu bir sekanslar dizisi başlamıştır. Mutant bebeğin bitmek bilmez ağlamaları, Henry’i olduğu kadar izleyenleri de çileden çıkarıyor.
Alien (1979)
Ridley Scott’un, Blade Runner’la beraber en önemli filmi sayılabilecek Alien, adeta bilimkorku türünün yapı kurallarını yeniden belirlemiş bir başyapıt. Ele aldığı konu aslında son derece sıradan olsa da konunun ele alınış biçimi sayesinde kendi evrenini yaratmış, devam filmleri (James Cameron: 1986, David Fincher: 1992, Jean-Pierre Jeunet: 1997), video oyunları, Prometheus ve Covenant gibi öykünün öncesini anlatan yeni filmlerle modern çağın bir mitolojisine evrilmiştir. Hiç şüphesiz ki gelecek yüzyıllarda uzayda keşfe çıkacak olan astronotların içindeki ürperti hissi, bu filmin kültürel mirası sayesinde hep diri kalacaktır.
Alien’in korkunçluğu, çocukluktan gelen “öcü” arketipine yaptığı bilinçdışı uyarmalardan besleniyor. Tabii ki H.R.Giger’in yaratık tasarımları ve sinema tarihinin en önemli kadın karakterlerinden Ellen Ripley’i başarıyla canlandıran Sigourney Weaver’in eşsiz oyunculuk yeteneği de bu filmin başarısını perçinleyen ana unsurlar arasında. Uzayda çığlıklarınızı hiç kimse duyamaz, ama Alien’ı izlerken muhtemelen komşularınız çığlıklarınızı duyacaktır.
The Thing (1982)
John Carpenter’ın yönetip bilimkorku türüne kazandırdığı en önemli yapıtlardan olan film, Antarktika’daki bilimsel bir üste, parasit bir uzaylı varlığın insanları tek tek ele geçirmesini ele alıyor. “Dış görünüşü kopyaladığı kişiden ayırt edilemeyen uzaylı” teması itibariyle bu listede de bahsettiğimiz “Invasion of the Body Snatchers”ı çağrıştırsa da, efektlerin ve Carpenter’ın müzikal üslubunun başarısıyla ürperti dozu son noktasında bir yapıt.
Kim uzaylı kim uzaylı değil noktasında belirsizlik başladığında, seyirci de her sahnede en az o üstekiler kadar endişe duymaya başlıyor.
The Fly (1986)
“Beden korkusu” adlı alt bir janrın yaratıcısı olarak anılan David Cronenberg’in yönettiği Sinek adlı filmde, yaptığı teleportasyon deneyi esnasında kabinlerden birine bir sineğin girmesiyle Seth Brundle adlı bilim insanı açısından korku dolu anlar başlıyor. Bilgisayarın kafası karışıyor ve sinek DNA’sı ile insan DNA’sını birleştirerek tiksinti verici bir dönüşümü tetikliyor. Bu film için adeta, Kafka’nın meşhur Metamorfoz öyküsünde Gregor Samsa’nın uyandığında kendisini böcek olarak bulmasının öncesindeki saatlerde, onun gece boyunca böceğe dönüşüm sürecini anlatıyor diyebiliriz.
Çekildiği dönem itibariyle, henüz başarılı bir ilaç tedavisi bulunmayan AIDS hastalığının bedende yol açtığı yaralar, bu hastaların vücutlarındaki deformasyon nedeniyle en yakınlarının bile onlardan uzaklaşması, yalıtılmışlık hissi gibi ek göndermelerin olduğu da izleyince akla gelen çağrışımlar arasında. (George Langelaan’ın 1957’de Playboy dergisinde yayımlanan aynı adlı kısa öyküsünden 1958’de Kurt Neumann tarafından sinemaya uyarlanan versiyonuyla daha önce yaptığım bir karşılaştırmayı buradan okuyabilirsiniz.)
Event Horizon (1997)
Paul W.S. Anderson’un yönettiği ve ülkemizde “Ufuk Faciası” adıyla bilinen film, uzayda korkuyu işleyen en önemli yapımlardan. 2047 yılında insanlık Ay ve birkaç gezegeni kolonileştirmiştir. Fakat uzayda ötesinde ne olduğu bilinmeyen yerler halen mevcuttur: Kara delikler gibi.
İşte Event Horizon, bir kara deliğin içinde kaybolduktan sonra yeniden ortaya çıkan bir uzay gemisinin beraberinde getirdiği “başka şeyleri” anlatan, H.P.Lovecraft’ın öykülerindeki atmosferi anımsatan başarılı bir bilimkorku.
28 Days After (2002)
2008’de yönettiği Oscar ödüllü film “Slumdog Millionarie” ile kendisi de Oscar alan Danny Boyle, 2002’de çektiği 28 Gün Sonra adlı filmle zombi türünün kurallarını büyük bir revizyona uğratmıştı. Bu filme kadar zombiler, yavaş hareket etmeleri nedeniyle “yeniden öldürülmesi” o kadar da zor olmayan canavarlardı. Fakat bu filmle beraber, hızlı hareket eden zombi kavramı ile korku ve dehşet dozajı en üst seviyeye çıkmış oldu. Filmdeki karakterin hastanede uyandıktan sonra, terk edilmiş görünümdeki Londra kentinde dolaşırken ilk kez bir kilisede zombilerle karşılaşması filmdeki güçlü bir politik mesaj olarak okunabilir.
Bu film, bilimkurguyu bilimkurgu yapan şeyin işlediği konu değil ona nasıl bir açıklama getirdiği olduğunu gösteren önemli bir örnek. Ölümden sonra dirilen bu hortlaklar metafizik bir sebeple değil, maruz kaldıkları bir virüs nedeniyle bu hale gelmişlerdir. Sonrasındaki devam filmi 28 Hafta Sonra ile beraber, izlenme rekorları kıran dizi “Walking Dead”e giden yolu açmış olan 28 Gün Sonra’yı izlerken kapınızın sürgülü olduğundan emin olun.
Dipnot:
- “Bilimkorku” tabirini ilk kez dolaşıma sokmaya çalışan bir isim olarak, bilimkurgu ve korku edebiyatı alanlarında yıllardır kalem oynatan ve birkaç dönemdir Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesinde aylık periyotlarda bilimkurgu filmleri gösterimi yapan Galip Dursun’u biliyorum. Demokan Atasoy ve Işın Beril Tetik ile beraber hazırladıkları www.gerisihikayekorku.com sitesi bünyesinde, bilimkurgu ve korkunun kesişimi pek çok konuda birbirinden bilgilendirici ve dinlemesi keyifli konuşmalar mevcut. Türe ilgi duyan herkese bu siteyi tavsiye ediyorum.