90’ların sonlarına doğru ev kameralarının boyutlarının küçülüp, dijital çekim teknolojisine geçilmesi ile birlikte yeni bir sinema akımı doğdu. El kamerasıyla çekilmiş hissi veren ve belgesel gerçekçiliğine yaklaşan yapımlar, sonradan alt tür olarak “buluntu film” ismini aldı. Kuşkusuz Daniel Myrick ve Eduardo Sanchez yönetimindeki The Blair Witch Project (Blair Cadısı- 1999), belki de farkında olmadan yepyeni bir sinema türünün oluşmasına neden olmuştu. Buluntu film denilen bu teknik; kayıp, amatör video görüntülerinin bulunup, montajlanıp gösterime sokulması şeklinde özetlenebilir. Yeni gerçekçilik akımı diyebileceğimiz bu türde, son yıllarda başarılı örnekler de verilmiştir. İlk başlarda sinemanın bir alt türü sayılan bu akım, artık başlı başına bir tür olma noktasına gelmiştir. The Blair Witch Project, görüntülenen amatör videoların gerçek olduğu yönündeki reklam kampanyaları ile gösterime girmiş, öldürülen genç belgeselcilerin kendi çektikleri görüntüleri birçok izleyici gerçek zannetmişti. Tabii ki her şey bir kurmacanın ürünüydü.
Buluntu Film tekniği, deneysel sinemanın peşindeki genç sinemacılar için yeni fırsatlar yaratacaktı. Dijital kamerayla gerçekleştirilen yapımlar hem maliyeti açısından ucuz, hem de izleyicisine gerçekçi bir etki yaratmaktaydı. Bu yeni gerçekçilik akımında artık son demlere gelinmişse de, son on yılının en öne çıkan yenilikçi türü bu akımdı. The Blair Witch Project’ten günümüze kadar olan dönemde bu türde pek çok yapım gerçekleşti. Cloverfield (2008), Paranormal Activity (2007), The Last Exorcism (2010) ve Apollo 18 (2011) gibi… Korku, bilimkurgu ögelerini buluntu film türü içerisinde kullandılar. Tüm bu yapımlardaki ortak özellik, kahramanlarının öldüğü ve geride bırakmış oldukları kamera görüntüleriydi. Türün yakın dönem örneklerinden biri olan Chronicle (2012), ele aldığı türü daha da ileriye taşımayı başardı. Artık bu tür yapımlardan sıkılmaya başlayan izleyiciye yeni bir şeyler sunmayı beceriyor. Yukarıda bahsedilen yapımlar, bu türde yapılabilecek her şeyi yapmış ve “buluntu filmde artık daha yeni ne yapılabilir ki?” sorusunu sorduruyorsa, akımın artık eskidiği kanısına varabiliriz.
1984 doğumlu genç yönetmen Josh Trank, ele aldığı türün tüm özelliklerine oldukça hakim. Buluntu film türünün artık klişeleşmiş kimi tekniklerine yenilikçi bir bakış getirmeyi başarmış. Trank, bu tür yapımlarda izleyiciyi çok yoran sallanan kamera hareketlerine zekice bir çözüm bulmuş. Yapım, çoğunlukla Andrew Detmer’ın (Dane DeHaan) çektiği görüntülerden oluşuyor. Detmer, doğaüstü güçler kazandıktan sonra, kamerasını telekinetik gücüyle sürekli etrafında uçurur. Kamera, elde tutulmadığı için daha yumuşak ve titreşmeyen görüntüler veriyor. Başkarakterlerimiz Andrew Detmer, Matt Garetty ve Steve Montgomery’in ortak özellikleri, aileleri ile olan problemleridir. Fakat aralarında en travmatik durumda olan Andrew’dur. Hastalıktan yatağa düşmüş annesi ve eski itfaiye memuru olan babasıyla yaşar. Alkolik babasından sürekli şiddet görür. Okulunda da başkalarınca sürekli küçümsenen Andrew için gizli güçler kazanmak, sakıncalar yaratacaktır.
Andrew, yeni kamerasıyla her şeyi filme almak ister. Kuzeni Matt haricinde başka bir yakın arkadaşı yoktur. Kamerası onun buradaki en yakın arkadaşı konumunda olup, yaşadıklarından ötürü de kendisini küçümsemeyecek ve azarlamayacaktır. Bir gün kuzeni ile katıldıkları bir partide, Matt’in arkadaşı Steve ile birlikte partinin yapıldığı yerin yakınındaki ormanlık alanda bir çukur keşfederler. Hayli derin olan bu çukura girip keşfettikleri parlak nesne onlara gizli güçler verir. Yeni bir oyuncak almış çocuk gibi heyecanla, güçlerini eğlenmek için kullanırlar. Başka insanlar üzerinde bu güçler vasıtasıyla şakalar yapıp eğlenirler. Ve tüm bu süreci kameraya çekmek, onlar için giderek bir tutku halini alır. Annesinin hastalığının daha da ilerlemesi ve babasının kendisine karşı şiddet içeren tutumunun artması Andrew’in sahip olduğu gücü kötü yönde kullanmasına neden olur.
Yönetmen Josh Trank, eserinde aile kavramına eğiliyor. Mutsuz ve şiddet gören çocukların dışarıya karşı olan tutumlarını ele alıyor. Bireyin terör estirmesi için mutlaka bazı güçlerle donanması önemli değildir. Önemli olan, bir insanı suça nelerin itebileceğidir. Yirmi yedi yaşında ilk filmini çeken Josh Trank, heyecanına yenik düşmeyip, aşırı biçim denemelerine ve mantık sınırlarını zorlayan anlara girişmemiş. Hayli olgun bir iş çıkardığı söylenebilir. Trank, yaşamlarımızın zaten her an kayıt altında olduğunu anımsatıyor. Yirmi dört saat kayıt yapan güvenlik kameralarıyla internet ortamında takip edilen insanlık, cep telefonlarıyla bile kayıt altına alındığı bir dünyada yaşıyor. Yapımın sonlarında Andrew’in şehrin yüksek kulesinin tepesinde uçarak durduğu ve kulenin içindeki insanların tüm telefon ve kayıt cihazlarını telekinetik gücüyle alıp etrafında uçurduğu sahne, yapımın günümüz dünyasına yaptığı akıllıca bir tespit niteliğinde. Bu tespitlerinden ötürü yönetmenin filminde başvurduğu buluntu film tekniği, isabetli bir karar olarak duruyor.
Chronicle, buluntu film meraklılarını tatmin edecektir. Zihni ve gözleri bu tür yapımlardan yorulan izleyicilerden bir şansı hak ediyor. Yapımın başvurduğu çekim tekniği, günümüz insanına karşı yapmak istediği tespitler açısından akıllıca bir seçim olarak duruyor.