Interstellar‘ı izlemek, insanı fizik kuramlarına tekrar göz atmak için heveslendiriyor. Heisenberg’in belirsizlik ilkesinden solucan deliklerine, Schrödinger’in düşünsel kedi deneyinden genel görelilik kuramına savrulurken, hafızamızı da tazelemiş oluyoruz.
Eğer izlemediyseniz ve henüz filme dair bir şey duymak istemiyorsanız, aşağıda yazılanları okumayın.
Filmin en dikkat çekici yanı, bilimsel kuramlarla olan tutarlılığı. Aslında, filmi her bakımdan sevmek mümkün. Belki son yarım saatlik kısmı bir saate yaysalar daha iyi olabilirdi; zira sebatla ve sabırla tırmanılan bir yokuşun ardından, birdenbire uçurumdan atladığınız hissine kapılıyorsunuz. Gerçi bu küçük eleştiri kayda değer sayılmaz. Bazı yorumlarda film, dini bir gözle ele alınmış. Bu bakış açısı bir hayli zorlama. Filmin bir yerinde, Amelia Brand, sevginin uzay/zamanı aşabileceğini söylüyor. Elbette burada kastedilen, sevginin -olgusal olarak- uzay/zamanın boyutlarını aşmamızı sağlaması değil. Bu ifadeleri olgu-değer ayrımı bağlamında düşünmek daha yerinde olacaktır. Bilim olgularla ilgilenir. İşe yarayan bir yöntemdir; lâkin ondan insanlığı kurtarması beklenemez. Nötr bir disiplindir. Değerleri yaratan insanoğlu, bilimi kendi iradesi doğrultusunda işe koşar. İnandığı değerler uğruna bilimden yararlanarak atom bombası yapabilir. Öte yandan, bir hastalığa çare bularak insanları kurtarabilir de. Brand’in sevgiye ithafen söyledikleri, değer yaratan insanlığın, başkalarını kurtarmaya karar vermesi, iradesini bu doğrultuda kullanması olarak anlaşılırsa, filmin hiçbir mistik ya da dinî yönünün olmadığı anlaşılır.
Elbette bilimin olgularla ilgilenip, değerlerin inşasını felsefeye bırakıyor olması, onu önemsiz kılmıyor. Bu eleştirilerle bilime yüklenmek yerine, onu kötü amaçlarına alet eden politikacıları eleştirmek daha yerinde olur. Tam bu noktada güzel bir benzetmeye başvurabiliriz:
Bıçak gibidir bilim, onunla yemek hazırlamak da, adam öldürmek de mümkündür.
Interstellar şu noktayı vurgulamayı ihmâl etmiyor: İnsanlığı insanlık kurtarabilir. Ne Heidegger’in dediği gibi Tanrı, ne de doğa. Doğa, değerlerden muaf olmakla insanoğlunun varlığına karşı kayıtsızdır. Filmin hemen başında toprağın artık yanıt vermediğini görüyoruz. Önce buğday, ardından bamya, nihayet mısır ekilemez oluyor. İnsanlar toprağa dönmüş. Herkesin televizyonu ve bilgisayarı var ama yiyecek ekmeği yok. Copper doğa kötüdür dediğinde, Brand onu düzeltiyor: Doğa kötü değildir, tehlikeli olabilir ama “kötüdür” dediğinizde, doğaya bir değer atfetmiş olursunuz. Doğa kayıtsızdır. İyi ya da kötü değil.
Kant, uzay/zamanın insanın zihnine içkin olduğunu ispatlamıştı. Uzay/zaman ve kategorilerin süzgecinden geçen kendinde-şeyin ne olduğunu bilemeyiz. Kendinde-şey, uzay/zamanın süzgecinden geçerek, bize görüngü (fenomen) olarak verilir. Zihnimizde içkin olan biçimsel uzayın yapısı, en, boy ve derinlik olmak üzere üç boyutlu olduğundan, ne yaparsak yapalım, bu üç boyutun ötesini algılamamız imkansız. Tabi kendinde-şeyin kaç boyutlu olduğunu bilemeyiz -hatta kendinde-şeyden, yani algılayan öznenin yokluğunda, kendi olduğu haliyle var olan bir kendilikten bahsederken, ona boyut atfetmek, onun boyutları olabileceğinin iddia etmek bile bir sınır ihlali. Mevcut olanla mümkün olan arasındaki ayrıma dikkat etmek gerek. Kavrama ile algılama arasındaki ayrım da kritik önemde. Zihnimize aşkın, ondan bağımsız olarak düşünüldüğünde, ister süper sicim kuramının yirmi altı boyutlu uzayı olsun, ister kuantum mekaniğinin sonsuz boyutlu Hilbert uzayları olsun, bunlar son derece tutarlıdır. Film bu konuda, yani uzay/zamanın boyutları konusunda bilinen fizik kuramlarını müthiş bir şekilde görselleştirmiş.
Birkaç kitaptan söz ederek bitirelim: Tübitak’ın Zaman ve Uzay diye, bu konuları görsellerle açıklayan, giriş mahiyetinde güzel bir kitabı var. Yine İmge Yayınevi’nden çıkan Matematik Felsefesi adlı kitaba da göz atabilirsiniz. Yazarı Stephan Barker. Tanrı, Özgürlük ve Ölümsüzlük isimli kitabımın, özellikle ilk bölümlerinde uzay/zaman konusuna değinildiğini de belirtmek yararlı olacaktır.
Hazırlayan: Tamer Ertangil