Gerçeklik nedir, manipüle edilebilir mi? Aslolanın sadece bir yansımasından mı ibaretiz? Simülasyon içinde yaşamadığımızı nasıl anlayabiliriz? Adına evren dediğimiz bu yapı, birbiri içine geçmiş pek çok simülasyondan oluşuyor olabilir mi? Bu sorular, felsefenin erken tarihinden itibaren insan zihnini meşgul etmeyi hep sürdürdü. Ancak 20. yüzyılın gelişen teknolojisiyle birlikte, gerçekliğin ne olduğuna ve doğasına dair felsefi tartışmalarda gözle görülür bir artış yaşandı. Özellikle gerçekliğin kusursuz ya da kusursuza yakın bir şekilde simule edilebileceğinin anlaşılması, öteden beri süregelen tartışmaları daha da alevlendirmişe benziyordu.
Simülasyon kuramı sadece felsefe için değil, aynı zamanda bilimkurgu için de çok ciddi bir potansiyel vaat ediyordu. Bu potansiyelden en derinlemesine yararlanan kişilerin başında da ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick geliyordu. Eserlerinde varoluşu, gerçekliği, zamanın tek yönlülüğünü ve iktidarı sorgulamaktan geri durmayan yazar, bizleri neyin gerçek neyin sanrı olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz bir dünyanın içine daldırıyordu. Dolayısıyla Ridley Scott tarafından yönetilen ve halen varoluşçu sinemanın başyapıtları arasında gösterilen Blade Runner’ın bir Philip K. Dick uyarlaması oluşu pek de şaşırtıcı değildir.
Hâlâ geniş yığınların ilgisini çekmeyi sürdüren manipülatif gerçeklik ve simülasyon kuramı, 90’ların sonunda seyirciyle buluşan Dark City, The Truman Show, eXistenZ, The Matrix filmlerinin merkezinde kendine yer bulmayı başardı. Ancak The Matrix’in dünya çapında estirdiği güçlü rüzgâr, muadillerinin popülaritesini de bir süreliğine silip süpürdü. The Matrix’le aynı dönem vizyona giren The Thirteenth Floor (13. Kat) da bu makûs yazgısına boyun eğmek zorunda kalan filmlerden biriydi ve ev sinemasına mahkûm olmaktan kurtulamadı. Buna rağmen dilden dile yayılan namı çok geçmeden hak ettiği ilgiyi görmesini sağladı ve alanının öncü filmleri arasındaki yerini sağlamlaştırdı.
Daniel F. Galouye‘un “Simulacron-3” adlı romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda, o güne dek daha çok TV dizilerinden tanıdığımız Josef Rusnak var. Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder’in “Welt am Draht” (Kablodaki Dünya) mini dizisinden ciddi izler taşıyan film Craig Bierko, Armin Mueller-Stahl, Gretchen Mol ve Vincent D’Onofrio gibi kayda değer oyunculara sahip. 16 milyon dolarlık mütevazı bütçesine karşın dekor, set ve kostümlerin yerli yerindeliği göz doldurucu. En ilginç anekdot ise, çektiği kıyamet filmleriyle adından söz ettiren Roland Emmerich’in de filmin yapımcıları arasında yer alması.
Hannon Fuller (Armin Mueller-Stahl)’in sahibi olduğu bilgisayar şirketi, uzun zamandır bir simülasyon sistemi üzerinde çalışmaktadır. Henüz deneme aşamasında olan sistem sayesinde, 1937 yılının Los Angeles’ı neredeyse aslına uygun bir şekilde simule edilmiştir. Simülasyonun içinde yaratılan bilinç sahibi sanal karakterlerin ise hiçbir şeyden haberi yoktur ve gerçek sandıkları bu elektronik dünyada yaşamlarına devam etmektedir. Belirli aralıklarla simülasyonu bizzat deneyimleyen Fuller, çok geçmeden sarsıcı bir gerçekle yüzleşir ve iş arkadaşı Douglas Hall‘a (Craig Bierko) mesaj bıraktıktan kısa süre sonra gizemli bir şekilde öldürülür. Bu tuhaf durum sonrası hafızasında boşluklar olduğunu fark eden ve cinayetin bir numaralı zanlısı olarak fişlenen Douglas Hall, hem kendini aklamak hem de Fuller’in bıraktığı mesaja ulaşmak için simülasyona girmeye karar verir.
Tüm bu koşuşturmaca sürerken, Hannon Fuller’ın kızı olduğunu iddia eden Jane Fuller (Gretchen Mol) adlı genç ve güzel bir kadının ortaya çıkışı olayların daha da karışmasına yol açar. Dahası simülasyonun içinde barmenlik yapan sanal karakter Jerry Ashton (Vincent D’Onofrio), Fuller’in bıraktığı mesajdan yola çıkarak bir simülasyonun içinde yaşadığının farkına varınca işler iyice içinden çıkılmaz bir hal alır. Artık sanal ortam seansları, gizemli gelişmeler ve günlük hayat arasındaki çizgiler Douglas için gittikçe incelecek, çarpıcı bir gerçeğe parmak basan acımasız ipuçlarıysa tek bir şeye işaret etmeye başlayacaktır: Douglas’ın en korkunç kâbusunda bile görmek istemeyeceği bir şeye…
Film noir ve bilimkurguyu ustaca birleştiren The Thirteenth Floor, benzerlerinden farklı olarak hikâyesini doğrudan ama katmanlara bölerek anlatmayı yeğliyor. “Gerçek nedir?” sorusu üzerinden dallanan bu çok katmanlı girift dokusu, resmettiği karanlık atmosferle birleşerek biçemsel açıdan dâhiyane bir üslup tutturmasına zemin hazırlıyor. Bu durum filmi The Matrix’ten uzaklaştırırken Dark City’ye ise yakınlaştırıyor. Zira film, tıpkı Dark City’de olduğu gibi “gerçeklik” algımızı yapıbozuma uğratıyor ve yaşadığımızın gerçek olup olmadığı konusunda bizi kuşkuya düşürüyor. Ancak bunu uzaylılarla değil de bir simülasyon aracılığıyla yaparak Dark City’den ayrılıyor.
The Thirteenth Floor, The Matrix’in aksiyona dayalı anlatım tarzına bel bağlamayışıyla da dikkat çeken bir film. Keskin ve karanlık anlatısını, yumuşak ve takip edilebilir bir tempo eşliğinde sunarak finaline dair güçlü ipuçları veriyor. Ancak bu tahmin edilebilirliği, gerek akıcılığını gerekse de keskin mesajlarını bir an olsun bile gölgelemeyi başaramıyor. Oyuncu performansları ise kusursuz olmamakla birlikte ortalamanın üzerinde. Blade Runner tadı veren sekansları ve özellikle o meşhur “dünyanın sonu” sahnesi ile hafızalara kazınan film, varoluşçu sinemanın ikonik yapımlarından biri olmayı sonuna kadar hak ediyor.
Gerçekliği sorgulayan, görünür gerçekliğin ardındaki gerçekliği arayan; bu çetrefilli mevzuları eşelerken de bizi biz yapan şeyin ne olduğunu masaya yatıran bir film var karşımızda. Hem kadim soruların peşine takılıp bizleri ardı sıra sürüklüyor, hem de gerçeklik paranoyalarımızı depreştirip canımızı sıkıyor. Çoklu katmanları arasında savrulmanın esrikliğiyle olsa gerek, finalinde dahi kendimizi emin ellerde hissedemiyoruz. Bu nedenle The Thirteenth Floor, bitmemiş ve bitmeyecek bir hikâye anlatıyor bize…