İnsan psikolojisi, karmaşık olduğu kadar, öğrenilen her bir bilgiden ve yaşamsal deneyimlerden etkilenebilecek değişkenlikte bir yapıdır. Çocukluğumuzdan yetişkinliğimize kadar geçen süreçte, karakter gelişimi açısından her on yılda bir sıçrama yaşarız. Bugün baktığımızda, geçmişimizin belli dönemlerinde şu an olduğundan daha farklı özelliklere sahip bir kişilik yapımızın bulunduğunu görmekteyiz.
İnsan psikolojisinin sinemaya olan bakış açısını nasıl etkilediğine gelince; bu konuda asıl olan kişisel beğenidir. Beğenilerimiz, hangi tür filmlerden hoşlanacağımızı belirler. Çocukluğumuzda animasyon filmlerini, ergenliğimizde macera filmlerini ve yetişkinliğimizde daha derinlikli filmleri tercih edişimiz, yaşadığımız karakter değişimlerinin bir göstergesidir. Farklı dönemlerde izlediğimiz ve etkilendiğimiz kimi yapımlar da bu gelişimde etkili olabilmektedirler. Çocukların animasyon yapımlara meraklı olmaları, onların hayal güçlerini olumlu etkileyebilmektedir. Sanatsal ve felsefi yapımlardan hoşlanan birinin bu tür bir anlayışa ulaşması, kötü filmleri o güne dek pek çok kez izlemiş olmasının bir sonucudur. Kişi, özellikle gençlik döneminde ardı ardına b-tipi filmleri izlediyse, giderek sinemasal tatminsizliğe ulaşır ve sanatsal anlamda bir güzellik arayışına yönelir. Entelektüel seviyenin yükselmesi, yaşamsal zevklerimizin ve beğenilerimizin de üst seviyelere ulaşmasını sağlar.
Sinema tarihi boyunca, izleyiciye psikolojik ve felsefi türde sayısız örnek sunulmuştur. En bilinen popüler yapımlardan biri olan Hannibal, bu tür için kusursuz bir örnek teşkil ediyor. Öyküsü Thomas Harris’in Red Dragon isimli kitabına dayanan Hannibal filmlerinin en ünlüsü, Jonathan Demme imzalı ve 1991 tarihli The Silence Of The Lambs (Kuzuların Sessizliği) filmi idi. Anthony Hopkins’in unutulmaz performansı ile beyazperdede yerini alan Dr. Hannibal Lecter karakteri, sinema tarihinin en gerçekçi sosyopatıydı. Gerçek bir entelektüel ve katıksız bir gurme olan Lecter, dış görünüşü ile çevresinde hayli normal bir intiba uyandırıyordu. Kendi ahlaki doğruları doğrultusunda hak ettiğini düşündüğü kişileri öldüren, sonra da onları güzel hazırlanmış bir sofrada yiyen Dr. Lecter, yitip giden ruhların parçalarını bünyesinde toplamaktaydı.
Sinema sanatında, ister bir halk kahramanı olsun, isterse bir katil, karşılaştığımız farklı profillerdeki tüm karakterler bizim gerçek hayatta olamadığımız ancak olmak istediklerimizin bir yansımasıdır. Oldukça normal görünüşlü ve toplum nezdinde saygı duyulan bir kişi olsak bile, bilinçaltımızdaki bazı karanlık yanlardan ötürü yalnızca vahşet içeren yapımları izlemekten zevk alabiliriz. Üç sezon süren televizyon dizisi Hannibal’ın başarısının kaynağı, bu modern zaman yamyamının cinayetleri işleyiş biçimidir. Adeta bu rol için yaratılmış olan Danimarkalı aktör Mads Mikkelsen, kendine özgü yorumu ile Dr. Lecter karakterine dinamizm katmış. Karton bir karakter olmaktan çok uzakta, yaşayan, gerçekçi bir Hannibal yorumu… Şunu da bir ek bilgi olarak sunalım; Hannibal ismi yamyam anlamına gelen “cannibal” kelimesinden türetilmiştir.
Hannibal adlı dizinin öyküsü, taslak olarak şöyle: Bir psikiyatrist olan ve özel ofisinde hastalarını kabul eden Hannibal, sanki bu işi yaparken kendisinin bir ikizini bulma arayışındadır. FBI’ın cinayet araştırmalarına danışman olmayı kabul eden doktor, bu esnada ajan Will Graham ile tanışır. Asosyal bir kişiliğe sahip olan Graham, insanlar ile iyi iletişim kuramamaktadır ve üstün tahmin yeteneği sayesinde cinayet mahallinde önemli ipuçlarına ulaşmaktadır. Lecter ve Graham’ı bir birine bağlayan ortak nokta cinayetlerdir. Aşırı gelişmiş empati yeteneği, zamanla Graham’da bir yıkıma yol açar ve işlenen cinayetlerin katilleri ile aşırı özdeşleşmesi nedeniyle kendi gerçekliğinden giderek uzaklaşmaya başlar. Onun bu problemi, Dr. Lecter için bulunmaz bir nimettir. Graham, aldığı psikolojik telkinler sonucunda farkında olmadan Lecter’in kobayı olamaya başlar.
Bu öyküde yaşananları, sinemanın bizim üzerimizdeki etkisine benzetmek mümkün. Eserlerin ortak yaratıcıları olan yönetmen ve senaristler, adeta bir psikolog görevi üstlenip izleyicileri istedikleri gibi yönlendirebilmektedirler. Örneğin; bir Christopher Nolan başyapıtı olan Memento’da hikâye sondan başa doğru ilerlerken, filmin başlarında başkarakter hakkında olumlu yargılara sahip olsak da, filmin sonlarına doğru sahip olunan bu olumlu yargılar giderek bulanıklaşır. Trajik bir olay neticesinde hafıza kaybı problemi yaşayan Leonard (Guy Pearce), kendisini eşinin katiline bulmaya adamıştır ama hiçbir şeyin gözüktüğü gibi olmadığını hastalığı yüzünden bilemez. Christopher Nolan, karakterin farkındalığındaki bu yetersizliği bir koz olarak kullanıp karakterin psikanalizini seyircisine yaptırıyor. Seyirci bu sefer yönlendirilmiyor, olay örgüsünün çözümleyicisi konumuna sokuluyor. Nolan, hikâyede bilinçli boşluklar bırakarak izleyicisinin entelektüel birikimine güvendiğini gösteriyor adeta. Senaryonun sondan başa doğru ilerlemesi yapboz etkisi yaratıp, parçaların zihinde daha sonra oturmasına neden oluyor.
Son on yılda insan psikolojisini konu almış en vurucu yapım, Martin Scorsese imzalı Shutter Island (Zindan Adası – 2010) isimli eserdi. Modern bir klasik olabilecek potansiyele sahip bu yapım, üst üste iki kez izlenildiğinde kişide iki farklı film izlendiği hissini yaratıyor. Bu hissiyatı yaratan en büyük neden, eserin vurucu sonu. Yapımı ilk kez izlediğimizde, olayları Teddy Daniels’in (Leonardo Dicaprio) gözünden görürüz. Bir polis memuru olan Daniels, ortağı Chuck Aule (Mark Ruffalo) ile birlikte, bir kaybolma olayını araştırmak üzere Shutter Adası’ndaki akıl hastalarının tedavi gördüğü hastaneye soruşturma amacı ile gider. İlk başlarda standart bir polisiye filmi gibi ilerleyen yapımda, Daniels’in içinde bulunduğu ortam tamamı ile kurgusaldır.
Başkarakterin aslında hastanede yatan bir hasta olduğunu ve Dr. Cawley’in onu sıra dışı bir yöntemle tedavi etmeye çalıştığını öğrenmemiz, biz izleyiciye derin bir paranoya hissi yaşatır. Kendisini halen bir soruşturma içinde zanneden Daniel, tüm hastane çalışanlarının onun tedavisi için rol yaptığının farkında değildir. Filmi ilk izleyişinde bütün motivasyonu ile Daniel üzerine sabitlenen izleyici, bir sonraki seyrinde karaktere odaklanmaktan vazgeçip adeta tanrıyı oynamaktadır. Buradaki tanrısallık, her şeyin bir kurgu oluğunun farkında olan izleyicinin, bu kez karakteri psikolojik gözlem altına almasından ve onun hastalığının kökenlerine yoğunlaşmasından gelir. Scorsese, ikinci kez eserini izleyen izleyicisini, filminin içine girip psikanaliz yapması için teşvik ediyor.
İyi bir sanatsal eser üretmenin temeli, belli bir entelektüel birikime ve öngörüye dayanmaktadır. İyi yaratıcılar, ortaya çıkardıkları eserlerde varlıklarını hissettirmeden sanatı yüceltirler. Sanata karşı duyulan derin bir saygıdır bu. Sanatçıların, eserlerine bilinçli bir biçimde müdahale ettikleri pek sık görülmez. Fakat Avusturyalı usta yönetmen Michael Haneke, en deneysel işlerinden biri olan Cache’de (Saklı -2005) bunu yapmıştır. Evli ve mutlu bir çift olan George Laurent (Daniel Auteuil) ve Anne Laurent’in (Juliet Binoche) hayatları, sürekli kapılarının önüne bırakılan ve evlerinin dışarıdan çekilmiş görüntülerini içeren kasetlerle altüst olur. Haneke, eserinin açılışını bu çiftin evlerine odaklanan uzun bir sekansla yapar. Kasetleri bu çiftin evlerine bırakan Haneke’nin ta kendisidir. Haneke, eserinde bir dünya yaratıp tanrıyı oynar. İlk kez bir yönetmen, bir filmin gidişatına fiziki olarak müdahale edip hikâyeyi istediği gibi yönlendirmiştir. Ama yönetmenin kendisini göremeyiz. Bu, kamera arkasındaki adamın filmin gidişatına gerçek zamanlı müdahalesidir. Haneke, yönetmenlik sanatına tanrısal bir boyut kazandırmıştır. Fakat Haneke’nin asıl amaçladığı, insan psikolojisinin beklenmedik olaylar karşısındaki tavrını seyirciye yansıtmaktır. George ve Laurent, bu yapımda Haneke’nin birer kobayıdır.
Sinema, türleri bakımından çeşitlilik arz eder. Komedi, macera gibi ana türlere ayrılsa da, kendi içinde indie, underground gibi farklı alt türlere de ayrılabilmektedir. Psikoloji, başlı başına bir sinema türü olmamakla birlikte, eserlerin içinde yer alan bir unsurdur. Yukarıda bahsedilen yapımlar farklı türlerde eserler olup, işin psikolojik tarafı karakterlerin olaylar karşısındaki tavırlarının ve karanlık yönlerinin altındaki asıl motivasyon olarak bu eserlerde yer almaktadır. Bizlerin film izleme merakını ortaya çıkaran en önemli etkenlerden biri, kendimizi beyazperdede aramamızdır. Başkarakterleri kendimizle özdeşleştirmemiz ve bize hitap eden hikâyeleri tercih etmemizin asıl sebebi, hayalini kurduğumuz “en hakiki kendim’e” ulaşma arzumuzdur.