Post-apokaliptik filmler, 1980’li yıllarda önemli bir artış göstermektedir. Bunun en karakteristik göstergesi, B filmi olarak nitelendirilen, kesme biçme, cinsel sömürü amaçlı, düşük bütçeli filmlerin sayısındaki artıştır. Bu filmlerde muhafazakâr ton baskındır ve hayatta kalmak en önemli şeydir; bunun için gerekli olan doğru değerlerle donanmış olmaktır. Bunun yanı sıra feminist hareketteki yükseliş, kimi zaman korku ve endişe kaynağı olarak filmlerdeki güçlü kadın imgesiyle kendini göstermektedir. Halen distopik eserler üretilse de bunlar sayıca azalmaya başlamıştır. Bir kitle iletişim aracı olarak televizyon, kitleleri kontrolde önemli bir yere sahiptir. Teknolojiye karşı şüphe ise, uzun yıllar seri olarak çekilecek bir temanın ortaya çıkmasına olanak tanımıştır.
B sınıfı sömürü filmlerinde öncelikli sorun her daim kaosu düzene çevirmedir. Aftermath (Steve Barkett, 1982) ve sonradan benzer bir temayla yenilenmesi olarak Survivor (Michael Shackleton, 1987) uzaydan dönen bir astronotun “onur, sevgi ya da adalet” gibi unsurlar için savaşını konu edinmektedir. Kaosun düzene çevrilmesi sorunu, başarılı bir Avustralya yapımı olan George Miller’ın Mad Max serisinin (1979, 1981, 1985), kopyalarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Zırhlı arabalar, takip sahneleri, çöl, mutasyon geçirmiş yaratıklar, su ya da petrol için savaş, hem erkeklere tehlike arz eden hem de doğurganlık simgesi olarak denge arayışıyla bir bütünün parçası olarak ortaya konan Amazon kadın imgesi bu filmlerde kendini göstermektedir.
Farklılıklara tahammülsüz Warriors of the Apocalypse (Bobby A. Suarez, 1985), “Mülkiyet”in egemenliğini kaosun bitimi olarak gören Wheels of Fire (Cirio H. Saniago, 1985), Amerikan mitinin yeniden diriltilişi ve “sömürülen” erkeklerin eşitlik arayışı olarak America 3000 (David Engelbach, 1986), geleceğin Nazi tehdidi altında olduğunu belirten fantastik Future Hunters (Cirio H. Santiago, 1986), çekimleri Türkiye’de yapılan, vaat edilen toprakların arayışı olarak Land of Doom (Peter Maris, 1986), ayrılıkları bitirmeye çalışan Desert Warrior (Jim Goldman, 1988), “Son Erkek”in hayatta kalması için yapılan mücadele olarak Phoenix the Warrior (Robert Hayes, 1988) ve gelecekte tek eğlenceli şeyin Amerikan futbolunun daha vahşi bir türevinin olduğu ve ilk defa Uzak Doğulu bir ana karaktere sahip olan Blood of Heroes (David Webb Peoples, 1989), bu filmlerin tipik örnekleridir.
Bu dönemdeki filmlerde, virüs, bulaşıcı bir hastalık nedeniyle gerçekleşen kıyamet fikri de varlığını göstermektedir. Dead Man Walking (Gregory Dark, 1988) zengin bir adamın kızının suçlular tarafından kaçırılmasını konu edinmektedir. Amerika’daki şirketlerin artan gücüne dikkat çekip, “Tüccarlar” tarafından yönetilen bir polis devleti tasavvurunda bulunan Parasite (Charles Band, 1982), sadece erişkin insanları öldüren bir virüs ve şeytani şirketin yıkıcı politikalarını eleştiren City Limits (Aaron Lipstadt, 1985), mutasyon geçiren canavar ve tıbbi deneylerin yarattığı tehlike ve hükümetin bundaki rolüne değinen Creepozoids (David DeCoteau, 1987) bu filmlere örnektir. Kıyameti virüs tehlikesine bağlasa da asıl tehlikenin aileye dönük olduğunun savunan film ise Cyborg’tur (Albert Pyun, 1989). Filmde bulaşıcı hastalığa karşı tedavinin doğru yere ulaşması ile kahramanın ailesini yok edenin ortadan kaldırılması (toplumun hastalıktan kurtarılması), koşut bir süreç olarak değerlendirilmektedir.
Dönemin modası olarak öne çıkan patenler de, çoğunlukla distopik bir eleştiri aracı olarak filmlerde yer bulmuştur. Sadece patenin ulaşım aracı olarak kullanıldığı, faşist bir yapıya karşı garip ve cinsel ritüelleri olan bir dini örgüt (onlarla dalga geçerek) ayaklanmasını resmeden Roller Blade’e (Donald G. Jackson, 1986) karşılık, Solarbabies (Alan Johnson, 1986) faşist yapıya en eğlenceli şey olarak paten kayan yetimhane çocuklarını isyanını konu edinmektedir. Gelecekte en değerli şey olarak sudur. Artık yağmur yağmamaktadır. Faşist Protektora ortadan kalktıktan sonra tanrısal gazap da son bulmakta ve yağmur tekrar yapmaya başlamaktadır.
Faşizm ve polis devletine daha ciddi eleştiriler getiren başka filmler de mevcuttur. Escape from Safehaven (Brain Thomas Jones, James McCalmont, 1989) güvenlik korkusunun yarattığı, topluluğun baskıcı yapıya dönüşmesi, topluluktan kaçmanın güvenlik sağladığı düşüncesinden hareket etmektedir. World Gone Wild (Lee H. Katzin, 1987) suyun en değerli şey olduğu, beyazlar giyinmiş, Nazi benzeri bir örgütün saldırganlığı ve buna karşı koyan, bu iş için bir araya getirilmiş silahşörleri konu edinmektedir. Dinin kurumsallaşmış biçimi eleştirilirken, onun daha mistik yönü “son savaşın” ardından dünyanın arındığı bir çerçeveye gönderme yapmaktadır. Crime Zone (Luis Llosa, 1989), kıyamet sonrası dünyadaki en büyük tehlike olarak otoriterleşme ve baskıcı polis devleti yapılanmalarını görmektedir.
The Running Man (Paul Michael Glaser, 1987), yıkımın etkilerini salt ekonomik düzeyde ortaya koyup, insani kayıpları belirtmese de, gelecekteki kıyameti ekonomik ve bununla ilişkili olarak sanatsal, toplumsal bir kıyamet olarak ortaya koyan, gösteri toplumuna karşı eleştirel bir yaklaşım sergileyen bir filmdir. Film teknolojiye dönük korkuları beslemekle birlikte bu teknolojiyi kullanan medya ve hükümeti hedef tahtasına yerleştirir. Film gelecekteki en büyük yıkım olarak hakikatin kaybını işaret eder. Masum insanların katledildiği ancak kurgulanan “inanılması istenen” görüntülerde bütün emre uymayanların düşman ilan edildiği bir gelecekte, asıl tehlikenin bu gösteri toplumu olduğunu belirtir. Direniş yeraltına çekilmiştir ve insanlar “sokağa çıkmak” yerine “televizyonun başına” toplanmak, ölen bir nevi “modern gladyatörlerin” savaşını izleyerek katharsis sağlamaktadır.
Rising Storm (Francis Schaeffer, 1989), yıkım sonrası dünyayı, dini aşırıcılığın, evanjelist fundamentalizmin yükselişe geçtiği, ABD’yi yönettiği, faşist bir yapılanma olarak sunmaktadır. Reagan’ın temsil ettiği muhafazakârlığa karşı daha liberal bir Amerika özlemini dile getirir ve tıpkı The Running Man’de olduğu gibi değişimin ancak önemli bir kitle iletişim aracı olan televizyonun kontrolü ile insanların hakikate ulaştıkları anda gerçekleşeceğini, insanların bu anda isyan edeceğini varsayar.
Dönemde daha ayrıksı filmler de çekilmiştir. Yıkımı döngüsel bir olgu olarak gören ve kuyruklu yıldızın geçmesiyle bir anda kuma dönüşen insanları, tesadüfen hayatta kalan “kirlenmemişleri” varlıklarını sürdürmek için kullanan kötü bilimcileri (bad scientist) konu alan Night of the Comet (Thom Eberhardt, 1984), bilime karşı şüpheyi bilim insanlarına doğru genişletmektedir. Robot Jox (Stuart Gordon, 1989) dünyadaki siyasi sorunların robotlar aracılığıyla, arenalarda çözüldüğü daha kansız, uzlaşmacı bir siyaset önermektedir. Robot Holocaust (Tim Kincaid, 1986) robotların yıkıcı bir şekilde ortaya çıktığı bir düzleme işaret ederken, Wired to Kill (Francis Schaeffer, 1986) bireysel silahlanmayı kutsamaktadır. Hell Comes to Frogtown (Donald G. Jackson, 1988) ise yeni bir savaş daha yapılması için kadınlar tarafından doğurganlık artışı için kullanılan bir “son erkeğin”, görünüşleri Orta Doğululara benzeyen kurbağa kentinden doğurgan kadınları kurtarmasını ele almaktadır.
Radiactive Dreams (Albert Pyun, 1986), yıkım sonrası dünyayı, babaları tarafından on beş yıl boyunca saklı kaldıkları sığınakta güvenli bir şekilde yetişip, 1950’lerin dedektiflik hikâyeleri eşliğinde büyüyerek geçiren iki gencin komik hikâyesi eşliğinde ele alır. Çocuklar ellerindeki son kalan nükleer silahı harekete geçirecek anahtarla bu güce erişmek isteyen tüm tarafların hedefine yerleşirler. Film nükleer silahların yıkıcı etkisi konusunda net bir eleştiride bulunmaktan uzaktır. Cherry 2000 (Steve de Jarnatt, 1987), temel olarak insan ve makine ilişkilerine, savaşın etkisinin ve nedeninin tam belli olmadığı, ekonomik kriz içinde boğuşan bir post-apokaliptik dünyaya eğilir. Böylece aradığı ideal ilişkiyi bir makinede bulan, onun nostaljisini yaşayan bir adam söz konusudur. O bozulmuş robotunun bir kopyasını “kuralların olmadığı” western filmlerindeki ya da ellilerde Amerikan kent yaşamının süregittiği “nostalji adacıklarında” arar ve sonunda gerçek bir kadını ve ilişkiyi bulur.
Dönemin en öne çıkan filmi ise The Terminator’dür (James Cameron, 1984). Filmin önemli kısmı “şimdiki zaman”da geçmektedir. The Terminator insan-makine ilişkilerine karşı oldukça güçlü biçimde kuşkuları dile getirir ve gelecekte insanlık ile makineler arasında çıkacak olan savaşı yıkıcı teknolojinin sebepsiz biçimde insanlığı yok edeceğini vurgulayan bir düzlemde değerlendirir. Otomasyon teknolojileri, makinelerin dış katmanlarının insana benzemesiyle kimlik ve benlik karmaşasının sonuçları oldukça yıkıcı, yok edici bir maskülen figürle canlılık kazanır. Film geçmişe karşı nostaljik değilse ve geçmişi düzeltilecek bir şey olarak görmese de onu gelecek için araçsallaştırır, makinelerin gerçekleştirdiği yıkımı kaçınılmaz görerek, işlerin “rayında” gitmesi için mücadele eder.
Savaşçı etiği ise Steel Dawn (Lance Hool, 1987) filminin merkezindedir. Film nedeni belli olmayan çölleştirici bir savaşın dünyası olarak tasvir ettiği post-apokaliptik dönemi, Amerikan “öncü miti”nin yeniden gerçekleşebileceği, gerçekleşmesi gerektiği bir süreç olarak görmektedir. Koloniler çorak arazide yeniden ortaya çıkarken, ihtiyaç duyulan şey daha liberal bir yönetimdir ve buna “kovboy”a benzeyen bir göçebe yardımcı olmaktadır. Böylece kötüler temizlenir, uygarlığın çorak vadisi tohumlanmak üzere hazırlanır ve göçebe yalnız başına köpeğiyle gün batımına doğru yeni maceralara atılır.