Karl-Heinz Urban, 7 Haziran 1972’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. İki ebeveyni de çok zengin insanlardı. Babası Jürgen Urban deri fabrikası sahibiydi. Annesi Kari Urban ise çiftlik ve mandıra sahibi bir ailenin kızıydı ve sinema sektöründe çalışıyordu. Babası, Genç Karl Urban’ın kendi izinden gitmesini ve vakti geldiğinde işlerin başına geçmesini umuyordu. Ancak Karl annesinin izinden gitti ve küçük yaşlarda tiyatroya ilgi duydu. Profesyonel kariyerine daha sekiz yaşındayken yerel tiyatro oyunlarında sahne alarak başladı. Ardından televizyon dünyasına adım atarak önce Shark In The Park adlı Yeni Zelanda dizisinde birkaç bölüm oynadı, ardından da Shortland Street dizisinde düzenli bir rolle izleyici karşısına çıktı. Bu iki diziden sonra, 1992’de Chunuk Bair filminde yardımcı rolde oynadı. Urban da dâhil olmak üzere bu filmdeki pek çok isim, yaklaşık on yıl sonra Yeni Zelanda – ABD ortak yapımı The Lord of the Rings filmlerinde de karşımıza çıkacaktı. İlerleyen süreçte Urban, bir dönem ülkemizde de yayımlanan Xena ve Hercules gibi dizilerde boy göstermeyi sürdürdü.
2002 yılında, Ghost Ship adlı korku filmiyle ilk Hollywood deneyimine imza attı. Özellikle dehşet verici açılış sahnesiyle kült olan bu filmin ardından ise kariyerindeki gerçek patlama geldi. Kendisi gibi Yeni Zelandalı olan Peter Jackson’ın fantastik-epik film serisi The Lord of the Rings’in ikinci ve üçüncü filmlerinde Éomer karakterini canlandırarak dünya çapında şöhrete ulaştı. Karizmatik bir şövalye, cesur bir komutan ve sürgün bir asker rolünü layıkıyla canlandırdı ve bu rolünden sonra büyük projelerin aranan oyuncusu hâline geldi.
2004 yılında, Riddick evreninin devam filmi The Chronicles of Riddick‘teki Vaako performansı, Urban’ın bilimkurgu sinemasındaki ilk işi oldu. Yönetmen David Twohy, kendisinin Éomer performansını o kadar çok beğenmişti ki bu uzay operasında da onu zırh içinde bir şövalye rolünde oynattı. Karizmatik ve soğuk duruşlu şövalye karakterini bu kez de uzayda canlandırdı. Aynı yıl Bourne serisinin devam filmi The Bourne Supremacy’de de boy gösterdi ve devam filmlerinin aranan oyuncusuna dönüştü. Ayrıca epik ve bilimkurgu sinemasından sonra aksiyon sinemasına da sağlam bir filmle giriş yapmış oldu. 2005 yılında Doom oyununun film uyarlaması ile bilimkurgu sinemasına geri döndü. Bu, Hollywood’daki ilk başrolüydü. Film çok beğenilmese de, tarihe geçen FPS sahnesi ile sinemada iz bırakmayı başardı.
Suç filmi Out of the Blue ile ülkesinin sinemasına kısa süreli dönüş yaptıktan sonra, 2007’de kült Norveç filmi Ofelas’ın Hollywood versiyonu Pathfinder ile tekrar seyirci karşısına çıktı. Apaçi Rambosu denebilecek bu filmde canlandırdığı Ghost karakteri sayesinde bir sonraki projesi olan Western mini dizisi Comanche Moon’da yer kapması zor olmadı. 2009 çıkışlı Star Trek filmindeki Dr. Leonard “Bones” McCoy rolü ile birkaç yıl ara verdiği bilimkurguya yeniden döndü. Urban, DeForest Kelley’nin klasikleşmiş performansını modernize ederek herkesin büyük beğenisini topladı. Özellikle klasik seride Spock rolünü canlandıran Leonard Nimoy, Karl Urban’ın McCoy performansından çok etkilendi.
Kariyerine emin adımlarla devam eden Urban, 1999’da çektiği American History X filmiyle sinemaya bir klasik kazandıran ama sonrasında yapım firmasıyla sürtüşerek yaklaşık on yıl boyunca sinemaya küsen Tony Kaye’nin Black Water Transit filmiyle bir kez daha karşımıza çıktı. Ertesi yıl oynadığı RED filminin ise kendisi için kişisel bir önemi vardı; çocukluk idolü Bruce Willis ile sonunda kamera karşısına geçti ve bir hayali gerçek oldu. Aynı yıl oynadığı And Soon the Darkness adlı korku filminden sonra kariyeri bilimkurgu ağırlıklı olarak devam etti. 2012’de Western/post-apokaliptik ve korku öğeleri taşıyan Priest‘te bir vampiri oynadı. 2012’de aynı adlı çizgi romandan uyarlama Dredd filmi, Karl Urban’ın başrolde yer aldığı ve yargıç rolünü canlandırdığı bir başka önemli bilimkurgu projesiydi. Urban, yargıcın şehirdeki suçlarla mücadele ettiği bu distopik dünyada etkileyici bir performans sergileyerek hayranlarının takdirini kazandı. Kaskını hiç çıkarmamasına ve kısıtlı mimik imkânı olmasına rağmen ses tonunu etkileyici şekilde kullanarak başarılı bir performans sergiledi.
İlerleyen yıllarda Star Trek: Into Darkness, Riddick, Star Trek: Beyond, Thor: Ragnarok gibi bilimkurgu filmlerinin yanı sıra Almost Human, Gen V ve The Boys gibi dizilerle biz bilimkurgu hayranları için yeteneklerini sergilemeye devam etti.
Urban, kariyerinde kötü film yok denilebilecek az sayıda oyuncudan biri. Çoğunlukla ana akım gişe filmlerinde oynamasına rağmen senaryo seçiminde çok başarılıydı ve gerçekten sağlam bir kariyere imza atmasını bildi. Sinema kariyerine ek olarak, televizyon dizilerinde de yine iyi projelerde yer alarak geniş bir izleyici kitlesi edindi. Filmografisindeki bu çeşitlilik, onu dünya çapında tanınan bir aktör hâline getirdi.
Zaten zengin bir aileden gelmesi nedeniyle paraya ihtiyacı olmadığı için her projeyi kabul etmemesi ve kariyerinin başında annesinin deneyimlerinden yararlanıp -amiyane tabirle anne sözü dinleyerek- film ve rol seçimi yapması ona bugünkü başarılı kariyerini sağladı. Elbette kendi yetenekleri ve oyunculuk becerisi de üzerine eklenince, birbirinden güzel performansları ile biz bilimkurgucular başta olmak üzere dünya çapındaki sinemaseverleri mest etmesi kaçınılmazdı.