Bir İleri, Bir Geri: Andrew Niccol

Sinemada kimi yönetmenler vardır, bir standart yakalamıştır ve genelde filmleri bu ortalama standarttan şaşmaz. Ya çoğu filmi iyidir ya da kötü. Bir de sinemada, amiyane tabirle bir ileri bir geri denebilecek yönetmenler vardır. Filmlerinin bir standardı yoktur. Hem iyi filmleri hem de kötü filmleri vardır. Yazımızın konusu olan Andrew Niccol de bu tür yönetmenler arasında. Bir filmi iyiyse, bir sonraki filminin o kadar iyi olmayacağını bilirsiniz. Bunun tam tersi de geçerlidir.

10 Haziran 1964 Yeni Zelanda doğumlu Niccol, henüz küçük bir çocukken ailesiyle birlikte Yeni Zelanda’nın en büyük illerinden Auckland’a taşındı. Orada Auckland Grammar School‘da eğitim gördü. 21 yaşında Londra’ya yerleşti ve reklam yönetmenliği yapmaya başladı. On yıldan uzun süre devam eden reklamcılık kariyeri sırasında, iç içe sektörler olmasından mütevellit sinemayla da tanıştı. Hem edebiyat okuması hem de sahip olduğu yetenek dolayısıyla senaristlik yönünü kısa sürede keşfetti ve ilk uzun metrajlı filminin senaryosunu yazdı. Artık altmış saniyeden daha uzun süreli filmler çekmek istediği düşüncesiyle de Los Angeles’a yerleşti.

Gattaca

Yönetmenliğini de yaptığı distopik bilimkurgu filmi Gattaca, 1997’de vizyona girdi. Toplumun DNA’larına göre ayrıldığı ve Cesur Yeni Dünya kitabını anımsatan bu filmde, insanlar ya ‘geçerli’ ya da ‘geçersiz’di ve genetik bilgilerine göre herkese bir görev atanmıştı. Bütün bunlar ise merkezi bir veritabanında kayıtlıydı. Ethan Hawke, devlet öjeni programının dışında doğan başroldeki Vincent Freeman karakterine can veriyordu.

Hayatta ilerledikçe sistemdeki çatlakları ve onlara nasıl düşülmemesi gerektiğini öğreniyordu. Gişede zarar eden film, eleştirmenlerce çok beğenildi. Ancak 1997, Starship Troopers, The Fifth Element gibi gişe filmlerinin ortalığı kavurduğu bir yıldı. Onların yanında sönük kalan filmin değeri ileride anlaşıldı ve kült mertebesine erişti.

The Truman Show

Ancak ne olursa olsun, ilk filminin gişede zarar etmesinin kariyerine olumsuz etkisi ikinci filminde olacaktı. Yazdığı bir diğer senaryo olan The Truman Show‘u Hollywood’un en saygın yapımcılarından Scott Rudin’e sundu. Senaryosu kabul edildi. Ancak filmin bütçe çıkarılması, oyuncu seçimi gibi aşamalarında bu kez başka bir sorun belirdi. Yapımcının karşısındaki Andrew Niccol uzun yıllar reklam yönetmenliği yapmış, ardından da Gattaca‘ya imza atmış bir yönetmendi. Ne var ki kariyerindeki tek film de buydu ve Rudin riske girmek istemiyordu. Sonuçta ortada altmış milyon dolarlık bir proje ve Jim Carrey gibi dönemin en parlak yıldızı vardı. Rudin’in yönetmen tercihi ilginçti, yine Okyanusya bölgesinden oldu ve Yeni Zelandalı Niccol’ün yerine yönetmenlik koltuğuna Avustralyalı Peter Weir oturdu.

Kariyerinde Gallipoli, Witness, Dead Poets Society gibi birbirinden sağlam nice film olan yönetmene Niccol de itiraz edemedi. Bu karar belki içine oturmuştu ama hem yapımcının kendince haklı olması hem de yerine getirilen ismin büyüklüğü dolayısıyla kararı kabul etmek zorunda kaldı. Truman Burbank adlı bir kişinin tüm yaşamının aslında bir TV Programı, bir Reality Show olmasını anlatan filmde, Niccol’ün hoşuna gitmeyen tek şey yönetmenlikten azledilmesi de olmadı. Niccol’ün yazdığı ilk senaryo âdeta Dark City ile The Matrix karışımı bir bilimkurgu filmiydi. Senaryo, aslında tüm yaşamı sahte olan bir adamın deney faresi olarak kullanılması üzerine kuruluydu. Ancak Peter Weir, bunu bir TV Programı olarak değiştirerek medya eleştirisi alt metinleriyle süsledi. Niccol, köprüyü geçene kadar mantığıyla buna da itiraz etmedi. Film gişede büyük başarı elde etti. Kendisine de En İyi Özgün Senaryo dalında bir Oscar adaylığı kazandırdı.

Üçüncü filminin hazırlık dönemi bu kez biraz daha uzun sürdü. O süreçte de bir davette Francis Ford Coppola ile tanıştı. Çektiği The Godfather filmi çoğu sinema otoritesi tarafından gelmiş geçmiş en iyi film kabul edilen ve sinemada dramatik anlatımı tamamen değiştiren Coppola, Andrew Niccol’a hem deneyimlerini hem de sinema dünyasında yer edinebilmek için verdiği mücadeleleri anlattı. The Godfather öncesi çektiği hiçbir film beğenilmemiş, hepsi de gişede zarar etmişti. The Godfather çekilmeden önce yapımcılar kendisinin yönetmenliğini asla kabul etmemiş, hele ki teatral oyunculuk yerine sanki günlük yaşamdaki olağan hareket ve konuşmalara yer verilmesi fikrini ise saçma bulmuştu. Ancak Coppola sonuna kadar direnmiş ve senaryonun uyarlandığı romanın yazarı Mario Puzo’nun da desteğini arkasına alarak filmi çekmeyi başarmıştı. Film, daha başlangıç aşamasında gözden çıkarılmış bir proje olmasına rağmen vizyona girer girmez patlama yaratmış ve sinemayı kökünden değiştiren, sinema tarihinin en önemli ve en iyi projelerinden biri olarak tarihe geçmişti. İşte bu hikâye ile âdeta büyülenen Andrew Niccol de artık yapması gerekeni biliyordu. Zarar etse de Gattaca gibi iyi bir filmi yazıp yönetmiş, The Truman Show‘un senaryosuyla da Oscar adaylığı kazanmış bir sinemacı olarak, üçüncü projesi için yapımcıların karşısına çıktığında bu kez gerektiğinde dişlerini göstermekten çekinmeyecekti.

2002’de yine yazıp yönettiği S1m0ne vizyona girdi. Oyuncu kaprislerinden bıktığı için yapay zekâ Simone’u oyuncu olarak filmlerinde oynatan yönetmen Viktor Taransky’nin maceralarını yer yer gülümseyerek izledik. Viktor Taransky rolünde Al Pacino vardı. Aslında bu da Coppola’nın verdiği esinle olmuştu. Niccol’e çalıştığı en zor oyuncunun Al Pacino olduğunu, kendisine âdeta ‘illallah‘ dedirttiğini anlatmıştı. Böylece Niccol de oyunculardan illallah dediği için yapay zekâyı oyuncu yapan yönetmen rolünde Al Pacino’yu oynattı. Bu filmin kendisi için bir başka önemi de Simone rolünde oynayan Rachel Roberts ile tanışmasıydı. Çekimler sırasında sevgili olan ikili, kısa süre sonra da evlendi.

in_time7

S1m0ne sonrası bir röportajında Gattaca, The Truman Show ve S1m0ne‘u aslında yapay gerçeklik ve yaşamın gerçekliği konusunda birbirini tamamlayan filmler olarak düşündüğünü söyledi. Âdeta Kieslowski’nin ‘Üç Renk‘ filmleri gibi bir film serisi düşünmüştü. Ancak çok yeni olduğu sinema dünyasının kurallarını geç öğrenmesi yüzünden düşündüğü üç filmi de hayata geçirebilmesine karşın tam istediği şekilde yapamamıştı. 2004 yılında Steven Spielberg’ün The Terminal filminin senarist ekibinde yer aldı. Ertesi yıl ise yazıp yönettiği Lord of War vizyona girdi. Bir silah tüccarının gözünden dünyadaki karaborsa silah satışını, terör örgütlerine ve diktatörlere silahın nasıl sağlandığını, SSCB’nin dağılması sonucu Sovyet envanterinin âdeta yağma edilip el altından tüm dünyaya nasıl dağıtıldığını izledik. Gattaca‘dan yaklaşık on yıl sonra, Ethan Hawke ve Andrew Niccol ikilisi yeniden bir araya geldi.

Sinemaya uzun bir ara veren Niccol, 2011 yılında yazıp yönettiği In Time adlı bilimkurgu filmiyle yedinci sanata geri döndü. “Vakit nakittir” sözünün gerçeğe dönüştüğü filmde ölümsüzlük bulunmuştu. Yaşlanma ise 25 yaşından itibaren durdurulmuştu. Ancak bunun çok ciddi bir bedeli vardı. Zira ölümsüzlüğün bulunduğu bu yakın gelecekte para tarihe karışmış ve tüm ekonomik sistem zamana uyarlanmıştı. İnsanlar çalışıp zaman kazanmak ve hayatlarını da sahip oldukları zamanla sürdürmek zorundaydı.

the host

2013 yılında, kariyerinin en kötü filmi olarak görülen The Host ile izleyicilerin karşısına tekrar çıktı. Yazdığı ‘Twilight‘ romanları ve sinema uyarlamaları ile büyük sükse yapan Stephenie Meyer’in aynı adlı romanından uyarlanan filmde, insanların beyinlerini ele geçirip bedenlerini ve zihinlerini kontrol eden mikroskobik uzaylılara karşı kendisini ve yakınlarını korumaya çalışan Melanie’nin maceralarını izledik. Bilimkurgunun bugüne kadar hep ciddi yönlerini bize aktaran Niccol, ilk kez ergenlik çağındakilere yönelik bir öykü anlatmayı denemiş ama tam anlamıyla çuvallamıştı.

Ertesi yıl yine bilimkurgu türünün dışında bir filmle, Good Kill ile karşımıza çıktı. Ethan Hawke yine başroldeydi. Film, ülkemizin de dünyada söz sahibi olduğu SİHA teknolojisinin ahlaki yönlerini SİHA pilotu Thomas Egan’ın gözünden sorguluyordu. 2018 yılındaysa Netflix için çektiği bilimkurgu filmi Anon geldi. Şimdilik son filmi de bu oldu. 1995 yapımı Strange Days‘i andıran bir filmdi. Devletin vatandaşlar üzerinde tam gözlem ve denetim uyguladığı, suçun neredeyse sıfırlandığı bir gelecekte ortaya çıkan seri katil, düzenin de karışmasına neden oluyordu. On altı yıl aradan sonra, sanal gerçeklik ve gerçekliğin sorgulanması konusuna geri dönmüştü.

Kariyeri genellikle bir iyi, bir de kötü film şeklinde ilerleyen yönetmenimizin bu istikrarsız tabloya rağmen bilimkurgu sinemasına çok önemli katkılar yaptığı muhakkak. Özellikle Gattaca ile distopyaya yeni bir bakış açısı getirdi ve senaryosunu yazdığı The Truman Show ile de sinemaya bir klasik kazandırdı.

Yazar: Halil Alpaslan Hamevioğlu

İçsel yolculuğuna 1980'de Polatlı'da başladı. 80'ler ve 90'ların göbeğinde yetişti. O devrin her bireyi gibi bilimkurguyu video kasetlerden tanıdı. Sonra özel kanallar geldi. Hayal dünyası iyice genişledi. Eh, gerçek yaşamında da dünyanın içinden geçtiği dönüşümü gördü. Sovyetler'in bitişini, Berlin Duvarı'nın yıkılışını, popüler kültürün tüm dünyayı etkisi altına alışını... Bir gün okulu bitti ve hem gördüklerini hem de yaşadıklarını yeni nesillere aktarmak istedi. Öğretim görevlisi oldu. Gazi Üniversitesi’nde başlayan, Başkent Üniversitesi’nde devam eden öğreticiliğinde ülke sınırlarını aştı ve kendini Amsterdam Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buldu. Yazmayı hep sevdi. Âşık olduğu bilimkurgu ile yazma hobisini ise burada birleştirdi.

İlginizi Çekebilir

Murat Menteş’le Geleceği Görenler Öykü Yarışması Yayını

Edebiyat Otopsisi YouTube kanalındaki “Yazarlara Soruyoruz” serisinin yeni bölümünde kulübümüz editörlerinden Emre Bozkuş, edebiyatın sınırlarını …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin