Frank Herbert’ün kült romanı Dune‘un uyarlaması sinemalara hızlı bir giriş yaptı ve tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. Öyle ki devam filmi şimdiden onaylandı bile. Yönetmen Denis Villeneuve aksiyondan çok bu engin evreni anlatmaya odaklansa da, film devasa bütçesine ve hatırı sayılır uzunluğuna rağmen Dune evrenini ancak yüzeysel bir şekilde ele alabiliyor ve hikâyeyi bize aktarabilmek adına evrenin kendine has bazı noktalarına odaklanıyor. Hâl böyle olunca da (özellikle kitabı okumamış olanlar için) kafalarda evrenle alâkalı birçok soru işareti beliriyor.
Bu sorulardan biri de şu: Müthiş gelişmiş bir teknolojinin olduğu ve hatta uzayda seyahatin bile mümkün kılındığı bu gelecekte neden bir kişi bile bilgisayar kullanmıyor? Timothée Chalamet’nin canlandırdığı Paul Atreides‘in Arrakis gezegeni hakkında bilgi alırken, şu an sahip olduklarımıza bile nazaran çok daha basit sayılabilecek bir ekran kullandığını fark etmişsinizdir. Teknolojinin olmaması neden? Bu sorunun cevabı, Herbert evreninin binlerce yıla yayılan arka planında, Paul doğmadan çok önce gerçekleşmiş olayların yankılarında gizli.
Not: Yazının devamı, Dune evrenine dair kısmi spoiler içerir.
Filmin konu aldığı olaylardan yaklaşık 10,000 yıl önce, insanlık aslında bilgisayar teknolojisine sahipti. “Düşünen makineler” olarak da bilinen bu cihazlar, kullanıcılarının hayat kalitesini yükseltmek için icat edilmişlerdi. Ne var ki teknolojik bir ütopya yaratma hayalleri fena hâlde ters tepti. Makineler yapay zekâ sahibi varlıklara evrilmeye başladı, bu da kaçınılmaz olarak klasik bir varoluşsal problemi, yani teknolojinin insanlığı sona erdirip onun yerine geçebileceği endişesini doğurdu. Tüm bunlar sonucunda Butleryan Cihadı adı verilen, insanlığın tüm teknolojik aletleri yok ettiği bir savaş gerçekleşti.
İşte tüm teknolojik aletlerin kelimenin tam anlamıyla yok edilmesinin sebebi buydu. İnsanlık teknolojiye aşırı bağımlı hâle gelmiş, böylesi bir teknoloji artık toplum yaşamını geliştirmek yerine geri götürmeye başlamıştı. Bilgisayarlar nasıl düşündüğümüzü ve birbirimizle nasıl etkileşime geçtiğimizi tekeline alma yolundaydı. Teknolojiye karşı yükselen bu fobi evrensel bir endişeye dönüşmemişti henüz, zira makinelerin fayda sağlayacak şekilde kullanılabileceğini düşünen pek çok kişi de vardı. Ancak endişelere kapılan kesim daha baskın çıktı ve tüm makinelerin kullanımı ve geliştirilmesi sonsuza kadar yasaklandı.
Bu ideolojik farklılığın temeline inmek için teknolojinin insan yaşamını nasıl olup da bu kadar etkilediğini daha detaylı analiz etmek gerekiyor. Günümüzde bile teknoloji düşünme yöntemlerimizi ve bilgiyi nasıl işlediğimizi değiştiriyor, dolayısıyla da kim olduğumuzu doğrudan etkiliyor. Geçmişe nazaran her gün edindiğimiz bilginin miktarı bir yana, veri işleme algoritmaları neticesinde maruz kalacağımız bilginin manipüle edilebiliyor olması, belki durup düşünmeye bile fırsat bulamadığımız yeni endişeler doğuruyor. Dünyamızın günlük işleyişinde bilgisayarların sırtlandığı yükü düşündüğümüzde, artık onların kurduğu tahakkümü sorgulamanın bile abesle iştigal olduğu ortada. İyisiyle kötüsüyle kabul ettiğimiz ve adapte olduğumuz bu gelişmelerin yaşanmadığı bir dünya hayal etmekse artık imkânsız hâle geldi. İşte tıpkı böyle bir durumda olan Dune evreninde, bu düşünülmezin gerçekleşmesi ve bu teknolojinin kökünden sökülüp atılması ortaya çok farklı bir geleceğin çıkmasını sağladı.
Bu farklılıkların sonucu olarak, bir anlamda teknolojik cihazların yerini alan insanlar türedi. Örneğin Stephen McKinley Henderson‘ın canlandırdığı Thufir Hawat, adına “mentat” denen ve bilgisayarlar gibi düşünecek şekilde yetiştirilmiş üstün zihinsel kapasiteye sahip insanlardan biri. Ayrıca Paul’ün annesi Jessica’nın da aralarında olduğu Bene Gesserit tarikatını da unutmamak lazım. Çünkü bu kült, geçmiş Bene Gesserit’lerin anılarına da erişebilen gizemli ve üstün yeteneklere sahip kadınlardan oluşuyor.
Elbette Villeneuve’ün evrenin işleyişinde değiştirdiği şeyler olabilirdi. Ne de olsa uyarlamaların kaynak aldıkları materyale göre pek çok şeyi değiştirmesine alışkınız. Yönetmen eğer isteseydi, neden teknolojinin var olmadığına dair yeni bir açıklama getirebilir ve filmin başka bir yönde akmasını sağlayabilirdi. Tabii bunun kitabın hayranlarını müthiş kızdıracağını söylemeye bile gerek yok. Ancak içinde pek az teknolojik öğenin yer aldığı bir bilimkurgu evreninin sıra dışılığı da tartışılmaz.
Öte yandan filmde bilgisayarın kullanılması da evreni özel kılan şeyin temelinden değişmesi anlamına gelirdi elbette. Paul ölümden kıl payı kurtulup kendini annesiyle birlikte çölde kapana kısılmış bir hâlde bulduğunda, gerçekten ölüm tehlikesi altında olduklarını hissedebiliyoruz. Elinde hemen GPS konumuna bakabileceği veya bir tür görüntülü arama yapabileceği emrine amade bir cihaz olsaydı, bu Paul’ün karakter gelişimindeki çok önemli bir olayın etkisini de sıfırlardı. Dune’un çıplak ve primitif doğası sayesinde, neredeyse fantastik kisveye bürünmüş bir bilimkurgu hikâyesi izliyoruz. Karakterler teknolojiye bel bağlamadan, aman vermez doğa ile sadece bilgileri ve zekâlarının kıvraklığı sayesinde mücadele ediyor ve bu da büyük bir gerilim yaratıyor.
Herbert’ün evrenini diğer pek çok bilimkurgu hikâyesinden ayıran şey de tam olarak bu. Yazar teknolojinin etkilerini minimize ederek hikâyeyi daha insan odaklı hâle getiriyor. Bu sayede de Herbert ve tabii devamında Villeneuve, bilimkurgunun getirdikleriyle insan doğasının kaçınılmaz tuzakları arasında bir karşıtlık yaratmış oluyor. Parıltılardan ve aksiyondan uzaklaştığımızda, karşımızda kahramanın yolculuğuna çıkmış bir çocuk buluyoruz. Hikâyenin devamında da odaklanacağımız şey bu çocuğun yolculuğu olacak kuşkusuz…