Sinemanın neredeyse her şeyini bilen; kameramanlıktan ses teknisyenliğine, ışıkçılıktan yönetmenliğe kadar tüm mevkilerinde bulunan James Cameron, auteur sinema kavramının ille de sanat sineması için geçerli olması gerekmediğini, ana akım gişe sinemasında da auterlük olabileceğini bizlere göstermiştir. Setine hâkim, ne istediğini ve istediği sonucu elde etmek için setteki herkesin neler yapması gerektiğini bilen tam teşekküllü bir sinemacıdır. Filmlerinin senaryolarını yazar, yönetmenliğinin yanında görüntü yönetmenliğini de yapar, sonrasında kurgusuna da girer. Çoğunun yapımcısı da kendisidir. Ekibini çok iyi yönetir. Hatta bir şehir efsanesine göre iş başvurusu yapan bir set çalışanının, herhangi bir projesinde Cameron ile çalışmışsa işe kabulü için ikinci bir referans göstermesine gerek yoktur.
Kariyerindeki filmlerin ağırlıklı bir kısmı bilimkurgu sineması ürünleridir. 16 Ağustos 1954 doğumlu yönetmenimiz, 1971 yılında ABD’ye yerleşmiştir. Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nde Fizik ve Edebiyat bölümlerinde çift anadal yapmıştır. Belki de bilimkurgu sinemasına bu kadar güzel senaryolar kazandırmasının temelinde de eğitimleri yatıyordur. Ancak tüm gelecek planlarını ve hatta hayatını değiştiren gelişme bir filmle olur. 1972 yılında Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filmini izler ve ileride bilimkurgu filmleri çekmeye karar verir. Sinema setlerine dâhil oluşu doğrudan set işçiliği ile gerçekleşmez. Set dekorlarının ve ekipmanların taşındığı kamyonun şoförlüğü ile adım atar sinema dünyasına. 1978 yılında ise bilimkurgu konulu kısa filmi Xenogenesis ile ilk sinema ürününü ortaya çıkarır. Ertesi yıl da Rock ‘n’ Roll High School adlı bir müzikalde yapım yardımcısı olarak çalışır.
James Cameron, el sanatlarında da çok yeteneklidir. Çizimleri ve heykeltıraşlığı olağanüstüdür. Ondaki bu yeteneği keşfeden efsane yapımcı Roger Corman olur. Joe Dante’yi de keşfetmiş olan Corman, Cameron’a sinemadaki ilk profesyonel işini verir. 1980 tarihli Battle Beyond the Stars filminin sanat yönetmenliğini ve set dekoratörlüğünü yapar. Bu işte büyük başarı elde eden ve Corman’ın gözüne iyice giren Cameron, yine Corman yapımcılığında ikinci bir filmde bu kez yönetmen olarak şans bulur. Joe Dante’yi keşfedip ona Piranha filmini yönettiren Corman, keşfettiği bu yeni yeteneğe de Piranha filminin ikincisini yönettirir. Piranha Part Two: The Spawning adlı filmin senaryo yazarlarından biri de yine Cameron’dır. Ancak Cameron projeyi tamamlayamaz. Sürekli olarak işlerine müdahale edilmesi yüzünden filmin sonlarına doğru projeden ayrılır.
Sinemanın setteki hemen her işini yaptığını söylemiştik. 1981 tarihinde John Carpenter’in kült bilimkurgu filmi Escape From New York’ta görsel efektlerin tasarımını yapar, aynı yıl Galaxy of Terror adlı bir başka bilimkurgu filminde de yönetmen yardımcılığı ve yapım tasarımcılığı üstlenir. 1982’de ise Android adlı bilimkurgu filminde tasarımcı olarak çalışır. Henüz 30 yaşında bile olmayan James Cameron, daha şimdiden bir sinema setindeki neredeyse her işi yapmış ve sinematik eser üretimine iyice hâkim olmuştur.
Tarihler 1984’ü gösterdiğindeyse, James Cameron adı artık tüm dünyada bilinir olacaktır. Yazdığı, yönettiği ve çoğu tasarımını yaptığı başyapıtı The Terminator ile vizyona fırtına gibi girer. Zaman yolculuğu, seçilmiş kurtarıcı, makineler ve insanlar arası savaşlar gibi konuları tek bir filmde ustalıkla harmanlayarak müthiş bir senaryo yazar. Stop motion tarzı efektleri ustalıkla kullanarak adeta devrim niteliğinde bir film çekimine imza atar. Filmin yapımcısı ise o günlerde sevgilisi olan ve ertesi yıl evleneceği Gale Ann Hurd‘dür. Yapımcı torpili de arkasında olunca, hayalini kurduğu gibi bir filmi çekebilmiştir. Yalnızca 6,5 milyon dolara çektiği film, neredeyse 80 milyon dolar hasılat yapar. Dünya çapında kült olur. Siborg kavramı sinemaya yerleşir ve ilerleyen yıllarda sayısız taklidi çekilir. Sinemaya kazandırdığı bir başka şey daha vardır: Arnold Schwarzenegger. İlk başrolü olmamasına rağmen, dünya çapındaki tanınırlığını bu filme borçludur. Hatta bunu kendisi de bir sosyal medya paylaşımında belirtmiştir. Sinema dünyasında en sevdiği ve saygı duyduğu kişi olarak James Cameron’u gösteren Arnold, ara sıra sosyal medyasında kendisine selam yollayan paylaşımlar yapar.
James Cameron 1985 yılında Rambo: First Blood Part 2 filminin senaryosunu yazar. Aynı yıl, ilki 1979 yılında Ridley Scott tarafından çekilen Alien filminin ikincisini çekmesi için teklif alır ve teklifi kabul eder. 1986 yılında da Aliens adıyla film vizyona girer. Tıpkı The Terminator filminde olduğu gibi yazıp yönettiği bir filmdir. Ayrıca kraliçe uzaylının çizimlerini ve filmdeki robot taşıyıcının tasarımlarını da kendisi yapar. İlki klostrofobik bir korku-gerilim filmi olan bilimkurgu şaheserini, bu kez askeri bir aksiyon şaheserine çevirir. Filmin açılış sahnesinde yaptığı kamera hareketiyle ilk filmin yönetmeni Ridley Scott’a selam yollamayı da ihmal etmez. Mavi renge duyduğu sevgiyi filmde görmek mümkündür. İlk filmde Ridley Scott’ın uzayı sarı bulutsularla kaplıdır, bu filmdeyse bulutsular mavi renktedir. The Terminator filminde birlikte çalıştığı Michael Biehn, Bill Paxton ve Lance Henriksen yine önemli rollerdedir. 18,5 milyon dolar bütçeyle çektiği film, 131 milyon dolar hasılat yapar ve iki de Oscar kazanır.
Artık rüşdünü ispat etmiş bir sinemacı olan James Cameron, yakın dostu Bill Paxton’un müzik grubu Martini Ranch’in 1988 tarihli Reach şarkısının video klibini çeker. Yine aynı yıl, ileride dizisi de çekilecek olan Alien Nation adlı bilimkurgu filminin senaryo düzenlemesini yapar. 1989 yılına gelindiğinde, James Cameron bir kez daha yazar, yönetir, tasarlar ve yeni bir bilimkurgu başyapıtını vizyona sokar: The Abyss. Cameron’ın mavi renge olan sevgisinin aslında derin maviliklere duyduğu sevgiden kaynaklandığını ilk kez bu filmde görürüz. Uzaylıları denize indirdiği filmde, favori oyuncusu Michael Biehn’i yeniden başrole, ama bu kez kötü adam olarak koyar. Eşsiz bir görsel şölen sunduğu yapımıyla uzaylı filmlerine de yeni bir yaklaşım getirir. Gişede bekleneni veremeyen ilk ve tek filmi de maalesef bu olur. Ancak ilerleyen yıllarda filmin değeri anlaşılır.
Takvimler 1991’i gösterdiğinde, James Cameron bilimkurgu ve aksiyon sinemasını bambaşka bir seviyeye çıkaracak bir başyapıtla beyaz perdeye geri döner. İlkini 1984’te çektiği The Terminator filminin ikincisi vizyona fırtına gibi girer. Terminator 2: Judgment Day filmiyle gelecekten gelen iki robotun birbiriyle olan kapışmasını izleriz. Bol aksiyonlu, bol efektli ama karakter derinliklerine de inildiği; son derece zarif ve şık bir anlatıma sahiptir. Savaş ve barış kavramlarına dair sorgulamanın yapıldığı ve bir robotun gözünden insanların özündeki yıkıcılığı da gördüğümüz film, bugün pek çok sinema otoritesi tarafından tüm zamanların en iyi bilimkurgu filmleri arasında gösterilir. Mavi tonların yine hâkim olduğu olağanüstü görselliği ve çağını bırakın çağımızın bile ötesindeki efektleri ile sinema tarihinde artık James Cameron sineması da yerini almış olur. Elbette Arnold Schwarzenegger’in bir robotu oynamak konusuna getirdiği yenilikçi yorumu da unutmamak gerekir. 100 milyon dolara çekilen film, 520 milyon dolar hasılat yapar. Her iki tutar da dönemi için rekor denebilecek düzeydedir. Bizzat yapımcısı olduğu ilk film de budur. Sonradan çekeceği tüm filmlerin yapımcısı da kendisi olacaktır.
1994 yılında yeniden Arnold Schwarzenegger ile çalışarak True Lies filmini çeker. Yakın dostu Bill Paxton’a da bir rol vermeyi ihmal etmez elbette. Yapım, La Totale! adlı bir Fransız aksiyon – komedi filminin yeniden çevrimidir. 115 milyon dolara çekilen film, 380 milyon dolarlık bir hasılata ulaşır. Ayrıca, uyarlandığı La Totale! filminin de tanınmasını ve video sürümlerinin satışında patlama yapmasını sağlar. 1995 yılında eski eşi Kathryn Bigelow‘un yönettiği Strange Days adlı polisiye – bilimkurgunun senaryosunu yazar ve kurgu ekibinde yer alır. Filmin yapımcılığını da bizzat üstlenir. Yine 1995 tarihli Ron Howard imzalı Apollo 13 filminin görsel efekt danışmanlığı da kendisine aittir.
1997…
James Cameron kameranın arkasına öyle bir filmle geçer ki, kelimenin tam anlamıyla yer yerinden oynar. 15 Nisan 1912 tarihinde Atlantik Okyanusu’nda bir buz dağına çarparak 2224 yolcusuyla birlikte batan Titanic gemisini, içine bir aşk hikâyesi de ekleyerek anlatır. Titanic, o yıla kadar sinema tarihinde görülmüş en büyük eser olur. Daha 1997 yılında tam 200 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilir. Hasılatı milyar doları geçen ilk film olarak adını tarihe yazar. 1959 çıkışlı Ben-Hur filminin ardından 11 Oscar alarak en çok Oscar kazanan film rekoruna da ortak olur. Ağırlıklı olarak bilimkurgu filmlerinde çalışan ve başarılı da olan Cameron, ilk Oscar’ını bir romantik dramada kazanarak kariyerinde ilginç bir işe imza atar. Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet kariyerlerinin ilk büyük sıçramasını yapar. İlerleyen yıllarda her ikisi de Oscarlı oyuncular olacaktır.
James Cameron bu film için bizzat Ar-Ge çalışması yapar. Yepyeni su altı çekim teknikleri geliştirir. Hatta hayranı olduğu ve yakın dostluk kurduğu denizbilimci ve belgesel yapımcısı Jacques Cousteau ile fikir alışverişinde de bulunur. Maalesef Cousteau bu filmi göremeden hayata veda eder. Titanic, özellikle 11 Oscar kazanmasının ardından tartışmaları da beraberinde getirir. Kimilerine göre çok abartılmış bir filmdir. Basit bir zengin kız – fakir oğlan aşk hikâyesini Titanic gemisinde anlatmasından başka bir numarası yoktur. Kimilerine göreyse bir sinema mucizesidir. Eleştirmenler tartışadursun, film 2012 yılında bu kez de üç boyutlu olarak yeniden vizyona verilir. 15 yıl aradan sonra yeniden vizyona girmiş hâli bile yine milyar doları geçen hasılat yapar. Kim ne derse desin, James Cameron sinema tarihinin en büyük işine imza atmıştır.
Sinema tarihinin o güne kadarki en büyük işine imza atan Cameron, uzun yıllar yeni bir film çekmez. Maviliklere duyduğu sevgiyi hepimize gösterdiği denizcilikle ilgili belgesellere imza atar. 2002 tarihli Dark Angel dizisinin yapımcılığını üstlenir. Başka projelere dışarıdan destek verir. Kimileri bunu ‘Titanic ile voleyi vurdu, kenara çekildi’ şeklinde yorumlar. Kimileri ise ‘sinemada elde edilebilecek her başarıyı elde etti, doyuma ulaştı’ şeklinde açıklar. Ancak Cameron aslında yeni filmi için tekrar Ar-Ge çalışmaları yapmaya başlamıştır.
2009 yılında Avatar filmini vizyona sokar. İki film aradan sonra yeniden bilimkurguya dönmüştür. Pandora adlı bir gezegende madencilik yapmaya başlayan insanların, gezegenin yerli halkıyla giriştiği mücadeleyi izletir bizlere. Dünyaya Orman Denir, Pocahontas, Tarzan gibi öykülerin iskeletine kendi kurgusunu giydirerek yazar senaryosunu. Ancak filmin asıl olayı, üç boyut teknolojisini çok farklı bir düzeye taşımasıdır. Filmin çekimi için bizzat yeni bir kamera icat eder. Yepyeni bir yeşil perde tekniği kullanır. Adeta animasyon estetiğinde canlı görüntüler elde eder. Elbette mavi renk takıntısı filmin içinde de bolca görülür. İzleyicilerini sanki sinema salonundan çıkarıp o dünyaya götürür. Şurası bir gerçektir ki, Avatar kendisini sinemada izleyenlere en güzel sinema deneyimlerinden birini sunar. 1997’de Titanic ile hasılatı 1 milyar doları aşan ilk filmi çeken Cameron, Avatar ile de 2 milyar doları geçen ilk filme imza atar. Ta Avengers Endgame filmine kadar, sinema tarihinin en çok hasılat yapan ilk iki filmi kendisine ait olacaktır.
Avatar filminden sonra yeniden Ar-Ge çalışmalarına yönelir. O arada yalnızca 2019 tarihli Alita: Battle Angel filminin senaryosunu yazar ve yapımcılığını üstlenir. Yönetmenliğini ilk aşamada kendisi için düşünse de, sonradan Robert Rodriguez’e devreder. İkili birlikte üç boyut ve hareket yakalama teknolojisi üzerine çalışır. Öte yandan Avatar 2 filminin çekimleri tamamlanır ve film Avatar: The Way of Water adıyla 16 Aralık 2022 tarihinde vizyona girer. James Cameron, tutkunu olduğu okyanuslara tekrar geri döner. “İlkinden daha iyi olan devam filmi” dendiğinde akla gelen ilk isim olarak bu ikinci Avatar filmi tam 13 yıl beklediğimize değer.
Sanat, sanat içindir.
Sanat, halk içindir.
Sanat, para içindir.
Sanatın amacına yönelik yukarıdaki üç genel görüşten hangisi doğru olursa olsun, James Cameron başarılıdır. Setlerde kamyon şoförü olarak başladığı bu yolculukta her görevi yaptı ve sonunda da sinema tarihine adını yazdırmayı başardı. Hatta belki de bu yüzden sinema tarihinin en başarılı sinemacısıdır…