Şiddeti ve şiddetin ortaya çıkış nedenini anlamak söz konusu olduğunda, en bilinen yöntem geçmişe bakmaktır. Her çocuğun saf ve masum doğduğu tezinden yola çıkarsak, kişinin içindeki şiddeti dışa vurduran sürecin, başta aile olmak üzere çevresel faktörlerle şekillendiğini görüyoruz. Çocuklarını şiddet yoluyla eğitmeye çalışan aileler, farkında olmadan onlara hayatta karşılaşılan problemlerin şiddet yoluyla çözüldüğünü öğretmiş olur. Çocuk, arkadaşları ile arasında oluşabilecek problemleri kaba kuvvet ile çözmeye çalıştığında, kendi grubu içinde güçlü bir yer edinerek saygı göreceği duygusuna kapılabilir.
Şiddet ile her türlü kapının açılabileceği fikri, kişinin düşünce yapısını yozlaştırmaktadır. Elbette psikopatlık ve sosyopatlık gibi patolojik sorunlar, çevresel faktörlerden bağımsız olarak da ortaya çıkabilmektedir. Fakat kimi travmatik olaylar, bilinçaltımızın karanlık yanını ortaya çıkarıp bize aslında ne olduğumuzu fark ettirebilir. Her gün üçüncü sayfa haberlerinde okuduğumuz trajik olayların temelini kişilik bozukluklarının, maddi yetersizliklerin ve toplumsal baskının oluşturduğunu anlayabiliyoruz.
Şiddeti konu alan ve içeriğinde şiddet barındıran yapımlar, sinema tarihi boyunca ilgi ve talep görmüştür, görmeye de devam etmektedir. Bu ilginin nedeni, şiddet olaylarının yapım içinde belli bir estetik ile izleyiciye sunulması, başkarakter ile özdeşleşen seyircinin de bu eylemleri gerçekleştireni haklı olarak görmesidir. Bir diğer taraftan, gerçek yaşamın monotonluğundan ve işlerin yoğunluğundan sıkılanlar için şiddet içerikli yapımları seyrediyor olmak, deşarj mekanizmasını işletmek anlamına gelir. Bu tarz yapımlara ilgi gösterenlere önyargılı yaklaşmak, cahilce ve yüzeysel bir tutumdur. Bu bir zevk meselesi olduğundan, izleyicinin hangi tarzda yapımları tercih edeceği kişisel özgürlüğün bir parçasıdır.
Patolojik semptomlara sahip bireylerin bu tarz yapımlardan hoşlanmama olasılığı olduğu gibi, bu bireylerin komedi ve animasyon türündeki yapımları tercih etmeleri de doğaldır. Film tercihi şiddetten yana olanlara anormal, komediden yana olanlara ise normal demek nasıl doğru olacaktır? İnsanları sanatsal ve estetik tercihlerine göre yargılamak sanatı yargılamakla eşdeğerdir. 2000’lerden sonra sinema sektörü, ticari kaygılardan ötürü özellikle yönetmenleri ciddi olarak kontrol altına almaya başladı. Yaratıcılık ve özgürlük anlamında kısıtlanan sanatçılar, gergin set ortamlarında çalışmaya zorlandılar. Talihsiz David Fincher, daha ilk projesinde (Alien 3) bu kısıtlamayı yaşamıştı. O zaman daha 27 yaşında olan yönetmen, farklı bir senaryo ile projeyi gerçekleştirmek istemişti. Fakat yapımcı firma, keşişlerin yaşadığı ahşap gezegen konseptine sıcak bakmadığı için senaryoda değişikliğe gidilmişti.
Sektörün bir başka sıkıntısı da filmlere konulan yaş sınırı. Sektörün PG-13 yaş sınırında ısrarcı olması, eserlerin ilk halleri ile montajdan sonraki hallerinde farklılıklar yaratmaktadır. Bu da kimi anlarda yönetmenin vermek istediği dramatik derinliğin yansıtılmasında güçlükler yaşatmaktadır. Steven Spielberg gibi güç sahibi yönetmenler Saving Private Ryan (1998) gibi şiddet öğeleri içeren yapımları PG ya da R yaş sınırıyla gösterime sokabiliyorlar. Ama günümüz sinemasında Jurrassic World (2015) gibi yapımlar sırf PG-13 olacak diye kurgu masasında kanlı sahneler kesilmektedir. Terminator serisinin son filmi Terminator Genisys’nin hayal kırıklığı yaratmasının en büyük sebebi gene bu yaş sınırıdır. Fakat Terminator 2, 1991 yılında R etiketiyle gösterime girmişti. PG-13 etiketinin diretilmesinin sebebi, daha çok seyirciyi salonlara çekmek istenmesidir. 90’lar sonuna kadar sinema eserlerinin görece daha özgürce kotarıldığından bahsedebiliriz. Paul Verhoeven’nin yüksek derecede şiddet içeren Robocop (1987) ve Total Recall (1990) klasikleri 13 yaş kısıtlamasına rağmen Dünya çapında büyük başarı sağlamıştı.
Sinemada şiddet, tür olarak en çok aksiyon ve bilimkurgu sinemasında yer buluyor. 1951 tarihli The Thing From Another World’un daha başarılı olan yeniden çevrimi The Thing (1982), içeriğindeki şiddetten dolayı halen izlemesi en zor yapımlardan biridir. Güney Kutbu’ndaki araştırma üssünün çalışanlarına musallat olan dünya dışı bir virüsü konu eden yapım, elbette ki yoğun bir şiddet içerecektir. Ekip içinde giderek çoğalan paranoya duygusu, çıldırışlara ve cinayetlere varan davranışlara sebep olacaktır. Virüsün etki ettiği bedende birden ani olarak başlayan korkunç değişim, grup içinde kaosu doğuracaktır. Yani The Thing’in yoğun şiddet ve korkunç öğeler içermesi, senaryosu açısından kabul edilir durumdadır.
Senaryosu gereği cinayet, kavga ve patlama içeren yapımlar çoğu kez şiddeti yücelttiği için eleştirilmiştir. Quentin Tarantino’nun Reservoir Dogs (Rezervuar Köpekleri – 1992) ve Pulp Fiction (Ucuz Roman -1994) isimli yapımları, özellikle bazı kesimlerin tepkisini çekmiş ve ikinci yapım Cannes Film Festivali’nde yuhalanarak tepki görmüştü. Tarantino’nun bu iki eserde yapmak istediği, gangster filmlerinde çok da önemli görünmeyen yan karakterleri hikâyenin başına koyup, mevcut şiddetle de dalga geçmekti. İsmi üzerinde, yapılmış ucuz romanlara bir atıf niteliğindeki filmde, söz konusu romanların estetiği takip edilerek farklı bir evren yaratılmıştır. Dâhice bir yaklaşımla, her iki eserde de kurgu ile oynanarak izleyicinin zaman algısı altüst edilmiştir.
Kült yapımlar içerisinde mihenk taşı olan bu iki eser, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen halen orijinalliğini korumaktadır. Maalesef Tarantino’ya önyargılı yaklaşanlar, onun eserlerindeki zeki ve akıcı diyaloglardan mahrum kaldılar. Pulp Fiction filminde, Butch Coolidge (Bruce Willis), sevgilisini motor ile almaya geldiğinde Fabienne’nin sorusu üzerine motorun Zed’e ait olduğunu söyler. Fabienne “Zed kim?” dediğinde ise “Zed öldü bebeğim, Zed öldü.” cevabını verir. Hele ki, Jules Winnfield’in (Samuel L. Jackson), temizlemesi gereken adamları onlara İncil’den bir ayet okuyarak öldürmesi Tarantino’nun eserlerindeki tutumunun özetidir.
Şiddet, hayatın ne kadar içindeyse, sanatın da o kadar içindedir. Martin Scorsese klasiği Taxi Driver (Taksi Şoförü – 1976), Vietnam savaşında askerlik yapmış ve genel toplum düzenine uyum sağlayamamış Travis Bickle’nin (Robert De Niro) suçtan kirlenmeye yüz tutmuş şehri temizleme çabasını anlatır. Taksi şoförlüğü işini alıp geceleri çalışmaya başladığında şehrin tüm pisliklerine şahit olur. Şehirden giderek nefret etmeye başlayan Travis’in öyküsünün cinayetlerle sonuçlanacağı aşikârdır. Yapımın sonlarında işlenen cinayetlerin en gerçekçi haliyle yansıtılması gereklidir. Seyirci tarafından en fazla yanlış anlaşılan konu, eserlerdeki cinayetlerin ne amaçla gerçekçi bir şekilde yansıtıldığıdır. Bu gerçekçilik sonucunda izleyici, yönetmenin filminde vahşet içeren durumları istismar ettiği yanılgısına kapılabilir.
70’ler sinemasında görülen b-tipi istismar filmlerinden farklı olarak, yapımlarda şiddetin hikâyeye hizmet ettiği kadarıyla yansıtılması önemlidir. Travis, yapımın sonunda kadın satıcısını öldürdüğünde ruhsal bir rahatlığa ulaşır ve huzura erer. Scorsese, sınıfsal ayrım ve ekonomik uçuruma Travis’in Betsy (Cybill Shepherd) ile olan karşılaşmasında vurgu yapıyor. Üst tabakayı temsil eden Betsy, Travis ile buluşmaları sırasında tıkanan bir etkileşimle karşılaşır. Kendisini ifade etmekte problemli olan Travis, çıktıkları yemek sonrasında partnerini sinemaya götürür. Fakat film başlarken Betsy’in porno filmde olduklarını anlaması uzun sürmeyecektir. Böylece ilişkileri başlamadan sonlanmış olur. New York hayranı olan Scorsese, bu eserinde şehrin puslu ve kirli tarafları ile ilgilenip şehri bunlardan arındırmak isteyen bir kişinin hikâyesini anlatmıştır.
Şiddet olgusu, korku filmlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Korku filmlerinin yapısı gereği de, bunun böyle olmaması düşünülemez. Alfred Hitchcock’un başyapıtı Psycho (Sapık – 1960) eseri, karakter çözümlemesinin mükemmel bir örneğidir. Norman Bates’in çift kişilikli yapısının temelini annesi oluşturur. Annesinin onun üzerinde kurduğu kıskançlık ile karışık yoğun baskı, Norman’da derin bir travma yaratmıştır. Annesi ölünce Norman bu durumu kabullenemez ve kişiliğinde bir bölünme gerçekleşir. Annesi onun hayatına özel kimselerin girmesine tahammül edememiştir. Bu yüzden Bates, insan ilişkilerinde problemli ve asosyal bir profil çizer. İşlediği cinayetlerin motivasyonu annesi tarafından oluşturulmaktadır. Birinden hoşlanmaya başladığı anda ikinci kişiliği devreye girip annesi rolüne bürünür. Bu ikinci kişilik, annesinin kıyafetlerini giyip eylemlerini bu şekilde gerçekleştirir.
Sapık’ı diğer gerilim filmlerinden ayıran en önemli yanlarından biri dönem izleyicilerine hiç alışık olmadıkları kurgusal bir deneyim yaşatmasıdır. Genelde başkarakterlerin yapımın ilk yarısına gelmeden ölmesine alışık olmayan seyirci için Marion Crane’nin (Janet Leight) sevgilisine kavuşmak için çıktığı yolculuk sırasında konakladığı Bates Motel’de, duş alırken öldürülmesi hikâye açısından beklenmedikti. Crane ile hemen özdeşleşmiş seyircide ise ikinci bir şok yaratmaktaydı. Yaşanan bu olay sonrasında hikâyeye yeni karakterlerin dâhil olması ile birlikte yapım da dedektiflik normlarında devam etmekteydi. Crane’nin duştaki ölüm sahnesi sinema tarihinin en şok edici sahnelerindendi. Bu sahnenin mizanseni çok iyi kurulmuştu ve o anda katilin yaklaşmakta olan karartısı, bıçağı ve duşun perdesini açıp çılgınca bıçağını savuruşu, birbiri ardına gelen birkaç planla, çığlıklar eşliğinde, sinir bozucu bir müzik ile yansıtılmıştır. Eser gösterime girdiğinde, bu cinayet sahnesiyle sansasyon yaratmış ve dönemin en çok iş yapan filmlerinden biri olmuştur.
Şiddet eylemleri sözlü eylemler de olabilmektedir. Mutluluk içeren durumlarda bile şiddet kendini gösterebilir. Mutluluktan bir şeyi kırmak gibi… Bu tip eylemleri eğlence aracı olarak kullanan yapımlar da yok değildir. 2000’lerin başlarında MTV’de yayınlanmaya başlayan Jackass isimli televizyon şovu kısa sürede fenomen olmayı başardı. Ünlü yönetmen Spike Jones ve oyuncu Johnny Knoxville önderliğinde gerçekleştirilen bu televizyon şovunda, adeta Buster Keaton’un izinden gidilmekteydi. Ama bir farkla… Grubun sergilediği ve neredeyse sadistliğe varan, yavru timsah tarafından ısırılmak, bir rokete bağlanıp göğe doğru fırlatılmak, alışveriş arabasıyla yokuş aşağı kayarak en sonunda bir yerlere çarpmak gibi numaralar, özellikle gençler tarafından ilgi ile karşılandı. Program, MTV ekranlarında sonlandıktan sonra sinemada kendisine yer bulmayı da başardı.
Buster Keaton’ın yaptığı gibi, tüm tehlikeli numaralar dublör gerçekleştirilmeden yapıldı. Jackass, içeriğinden dolayı tepki gördü. Fakat Jackass’i ilginç kılan, şiddete yakın duran eylemlerin neredeyse gülünç bir şekilde sonuçlanmasıdır. Johnny Knoxvill’in bir boğayı hızla kendisine çarptırdığı sahnede, karakter acılar içinde kıvranırken son derece eğlenceli bir şekilde yansıtılabiliyor. Jackass, yeni bir “alternatif şiddet” akımı yaratarak söz konusu eylemleri kendi eğlencesi için kullanıyor. Şiddet ile dalga geçilmiyor, şiddet eğlence unsurunun ta kendisi oluyor. Jackass, kimi tehlikeli eylemleri halk içerisinde gerçekleştiriyor ve gizli kameralar vasıtası ile insanların tepkilerini de kaydediyor. Spike Jones’un hınzır fikirlerinin ürünü olduğu belli olan bu senaryolar, halkın şiddete uğrayan bireylere karşı gösterdiği tepkisizliğe vurgu yapıyor. Jackass, sağlam olmayan bünyelere tavsiye edilemeyecek bir şov.
Yaşanan ve sanat ürünlerinde yansıtılan tüm şiddet olaylarını psikolojik sebeplerle açıklamaya çalışmak, bizi işin içinden çıkılamayan bir noktaya getirebilir. Jackass örneğinde olduğu gibi, bu tip eylemlerden zevk alınması bir tercih meselesi. Fakat şu bir gerçek ki, iyilik ve doğruluk gibi şiddetin de gerçekliği yadsınamaz.