“Evren hakkındaki en dehşet verici gerçek, onun düşman olması değil, kayıtsız olmasıdır.” – Stanley Kubrick
Gravity, kalabalık olmayan oyuncu kadrosuyla ses getirmeyi başarmış nadir filmlerden biri. 2013 yılında gösterime giren film, en büyük etkiyi Dünya görüntüleri ve bilimsel gerçekliğiyle yaptı ve aynı zamanda yazarı, yönetmeni ve yapımcısı olan Alfonso Cuaron‘a büyük şöhret getirdi. Baştaki, “Uzayda yaşam imkansızdır,” iddiasını 90 dakika boyunca hız kesmeyen bir gerilimle işleyen yapımı, bilimkurgunun bilim-gerçek alt kategorisine dahil etmek mümkün.
Görev dışı kalan bir Rus uydusunun roketle imha edilmesi sırasında tehlikeli bir şekilde saçılan enkaz, Dünya yörüngesindeki tüm uyduları tahrip edecek zincirleme bir yıkıma sebep oluyor. Bu sırada Hubble Teleskobu‘nda bulunan teknik servis ekibinden Dr. Stone ve astronot Teğmen Kovalski’nin hayatta kalma çabasını izliyoruz.
Film, şöhretinin büyük bir kısmını Sandra Bullock ve George Clooney‘ye borçlu. Görev Kontrol adıyla karşımıza çıkıp astronotları Houston’dan yönlendiren tanıdık sesin sahibi ise Ed Harris. Yönetmenin, görüntü yönetmeninin ve dijital görüntü yönetmeninin ortak kararıyla, oyuncuların yüzleri dışındaki tüm uzay sahneleri klasik yöntemler yerine dijital ortamda çekildi.
Gerçekçiliğini destekleyen en önemli detaylardan biri de filmin 90 dakikalık süresi. Bu süre, Uluslararası Uzay İstasyonu‘nun Dünya çevresindeki bir turuna eşit. Yine filmde dehşet saçan enkazın da 90 dakikada bir uğradığına şahit oluruz. Aslında filmin konusunu oluşturan uzay enkazı tehlikesi yeni bir fikir değil. Literatürde Kessler Sendromu adıyla tartışılan bu fikir, adını NASA’da görevli bilim adamı Donald J. Kessler‘den alıyor. 1978 yılında ortaya atılan fikre göre, her geçen gün çoğalan uzay çöpleri günün birinde uzay araştırmalarının önündeki en büyük engellerden biri haline gelebilir. Tabii eğer buna bir çare bulamazsak…
Filmde insan yapımı en büyük uydu olan Uluslararası Uzay İstasyonu’nunu içeriden ve dışarıdan görüyoruz. Bunun yanı sıra Dr. Stone’la birlikte Çin Uzay İstasyonu Tiangong‘u da ziyaret ediyoruz. Bir yakın gelecek bilimkurgusu olarak Gravity, gerçekçi olma sorumluluğunu da sırtlanıyor. Bu nedenledir ki, detaycılığıyla gerçekçi bir kurgu ve atmosfer yaratmaya çalışıyor. Bu çabasına rağmen filmde gerçekliği şüpheli unsurlar da yok değil. Yönetmen Alfonso Cuaron, bu eleştirilere yönelik, “Sonuçta bunun bir film olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor,” dedi. Yine de yapım, ufak tefek bilimsel kusurlarına rağmen çekilmiş en gerçekçi filmler arasındaki yerini çoktan aldı.
100 milyon dolarlık bütçesiyle Hindistan’ın Mars’a gönderdiği uzay aracının proje maliyetinden daha pahalıya gelen Gravity, yedi dalda Oscar ödülü almayı başardı. Ayrıca İngiliz film akademisi BAFTA‘da da altı ödüle layık görüldü.
Konusunu sürüklenen gemi kazazedesi temalı filmlerden ayırmak zor olsa da, insan psikolojisi ve hayatta kalma mücadelesi gibi temalarla belli bir farklılık yaratmayı amaçladığı rahatlıkla anlaşılıyor. Özellikle Dr. Stone’un Grönlandlı Aningaaq ile gerçekleştirdiği kısa dalga radyo çevrimi sahnesi, en duygusal ve insani ögelerin öne çıktığı sahneler arasında. Bu sahneyi telsiz bağlantısının diğer ucundaki Aningaaq karakterinin gözünden anlatan Aningaaq adlı bir kısa film olduğunu da hemen belirtelim.
Gravity, teknik detaylarının yanında yaşama bağlılığımızı da irdeleyen bir yapım. Dr. Stone’u, çocuğunu yitirmiş mutsuz bir anne olarak kimi zaman yaşamaya devam etme zorunluluğunu sorgularken görüyoruz. Ancak her seferinde devam etmesi gerektiğine karar vererek hayatta kalma savaşına geri dönüyor. Bu açıdan bakıldığında, Gravity‘yi salt bilimsel gerçekliğe bağlı teknik bir yapım olarak değerlendirmek zor. Zira film, aynı zamanda ağır psikolojik ve dramatik dokusuyla izleyenlerin kalbine dokunmayı da başarıyor…