Sinemaya 80’lerin hemen başında adım atan Tom Cruise’un yaşı 50’yi aşarken rol aldığı film sayısı da 40’a yaklaştı. Yani onunla birlikte birkaç neslin büyüdüğünü söylemek yanlış olmaz. Kariyerinde farklı deneyimlere (“Interview with the Vampire” ya da “Tropic Thunder” gibi) soyunma cesareti gösterdiği bir gerçek; ‘dünyayı kurtaran cesuryürek’ rollerini çok sevdiği de… Tom Cruise hâlâ bir dünya starı ve ismiyle bir filmi box office’te tepelere taşıyacak jön olduğunu kanıtlama konusunda iyice hırslanmış görünüyor. Daha önce “Jack Reacher”da izlediğimiz aktör, “Oblivion”da da yine ismi Jack olan bir karaktere hayat veriyor, hatta neredeyse ‘türünün tek örneği’ olduğunu söylercesine…
“Oblivion”, Joseph Kosinski’nin “TRON: Legacy” (Tron Efsanesi)’nden önce yani 2000’in başlarında yazdığı, daha sonra Radical Publishing tarafından çizgi roman olarak basılan, yaklaşık 10 sayfalık bir hikâyeye dayanıyor. Hikâye 2077’de başlıyor. Uzaylılar, gezegenlerinin yaşamsal kaynakları tükenince dünyayı istila eder. İnsanoğlu onlara nükleer silahlarla karşı koyar. Sonunda insanlar savaşı kazanır kazanmasına ama Dünya artık üzerinde yaşanması imkansız bir yer haline gelmiştir. Üstelik Ay da parçalanmıştır. Dünya’da hâlâ uzaylılar varlığını ve saldırılarını sürdürmektedir. Teknisyen Jack Harper’ın (Tom Cruise) görevi ise uzaylıları yok eden insansız hava araçlarını onarmaktır. Kadın meslektaşı ile birlikte çalışan Harper’ın görevinin tamamlanmasına 2 hafta kalmıştır. Daha sonra diğer insanların hayatını sürdürdüğü, Satürn’ün uydusu Titan’a gidecektir. Ancak hafızasını bir türlü tanımlayamadığı anılar ve bir kadın sureti meşgul etmektedir. Yakınlara düşen bir hava aracı ve ondan sağ kurtulan bir kadın, Jack Harper’ın gerçeği sorgulamasını sağlayacaktır.
Öncelikle şunun altını çizelim ki görsel açıdan gayet başarılı bir atmosfer yaratıyor Joseph Kosinski’nin “Oblivion”u. Kıyamet sonrası dünyanın ruhsuz hali, yer yer sade ama yalnızlık korkusunu tetikleyecek bir kaosla resmediliyor. Bu başarıda, bilimkurgu türüne ve efekt teknolojisine hakimiyetini ispatlamış Kosinski’nin katkısı tartışılmaz. Ancak tabii ki Tom Cruise’un azametli varlığı, buna benzer bir dünyada varlık mücadelesi veren “Wall-E” adlı o zavallı robot için duyduğumuz hüznü yeniden hissetmemize engel oluyor, o ayrı mesele.
“Oblivion” görsel açısından güçlü bir etkiye sahip olsa da genel itibariyle en fiyakalı sahneleri bile ‘ben bunu bir yerlerden hatırlıyorum’ duygusuyla izlettiriyor kendini. Örneğin genel atmosferi bariz şekilde “Mad Max” kokuyor. Jack Harper’ın motosikletiyle dolaştığı sahneler, “Tron”un alameti farikasının adeta kopyası gibi. Jack ve görev arkadaşını idare eden beyin yani Sally, “A Space Odyssey”indeki HAL ile akraba sayılabilir. Jack’in kanyonda insansız hava araçları ile giriştiği mücadele “Star Wars”daki o meşhur sahnenin kopyası adeta. Morgan Freeman’ın gözlüklü bilge lider karakteri de “Matrix”de Laurence Fishburne’ün canlandırdığı Morpheus ile kan kardeşi gibi.
Örnekleri ve benzerlikleri çoğaltmak mümkün. Dolayısıyla filmde temel bir özgünlükten bahsetmek mümkün değil. Sanki yönetmen, en sevdiği bilimkurgu klasiklerinin meşhur özelliklerini arka arkaya sıralamış bu filmde. Tabii aksi yönde de hamleler mevcut. ‘Galiba şu filmdeki gibi yapacak’ dediğiniz sahnelerde aslında siz daha akıllıca bir fikir yürütmüş olabiliyorsunuz. Mesela Jack Harper’ın klonlama gerçeğiyle karşılaştığı sahnede ‘acaba 12 Maymun’a ve zaman döngüsüne mi bağlayacak?’ diye heyecanlandığınızda, hevesinizi kursağınızda bırakabiliyor film.
Velhasıl, ‘kopya olsun, bilimkurgu olsun’ diye düşünenleri memnun edebilecek bir yapım “Oblivion”. Ancak bazı tekrarlar da kabak tadı vermiyor değil. Örneğin, Hollywood prodüksiyonları ne zaman NY yazan şapkalardan vazgeçecek acaba? Tamam, anladık; Tom Cruise’da hâlâ iş var ve bir aksiyondan diğerine atlamaya devam edecek ama şu şapka tedavülden kalksa da ‘kafamız’ biraz rahat etse en azından…
Hazırlayan: Müjde Işıl