Black Mirror, 4. sezonunda gene birbirinden ilginç kısa öykülerle arzı endam ediyor. Üçüncü sezonun bitimiyle birlikte prodüksiyon ve kalite açısından çıtayı hayli yukarı taşıyan Black Mirror, yeni sezonu için çok yüksek beklentilerde olanları biraz hayal kırıklığına uğratabilir. 6 bölümden oluşan yeni sezon, gene iddialı ve absürt gibi görünen ama izleyenin derin düşüncelere dalmasına sebebiyet verecek bölümlere sahip. İlk bölüm Uss Callister ile hem leziz bir Star Trek parodisine soyunuyor hem de sanal gerçekliğin ahlaki yönünü sorgulatıp sezona müthiş bir başlangıç yapıyor. Sinemanın deneyimli isimlerinden Jodie Foster “Arkangel”, John Hillcoat “Crocodile” ve David Slade “Metalhead” bölümleriyle, yeni sezona önemli katkılarda bulunuyorlar. Kara aynanın içine girip, adeta farklı paralel yaşamlardaki hikayeleri konu edinen Black Mirror, yerken acele edilmemesi gereken lezzetler sınıfında.
Toby Haynes yönetiminde gerçekleştirilen Uss Callister, internet üzerinden oynanan, devasa, çok oyunculu “Infinity” oyunun dahi programcısı ve Callister şirketinin kurucularından biri olan Robert Daly’nin (Jesse Plemons) karanlık dünyasını gözler önüne seriyor. Daly, silik bir karaktere sahip ve hayatını çocukluğundan beri hayranı olduğu Space Fleet (alternatif bir Star Trek benzeri evren) üzerinden şekillendirmiş bir kişiliktir. Şirketin ikinci kurucu ortağı olan James Walton (Jimmi Simpson), ortağına kıyasla daha sosyal ve otoriter bir karakterdir. Bu baskın yönünü Daly üzerinde kullanmaktan da çekinmez; şirketin tek patronu edasıyla ortalıkta dolanmaktan hoşlanır. Fakat Daly, karanlık bir sır saklamaktadır; evinde Infinity’nin çevrimdışı bir versiyonuna sahip ve oyunda yer alan Uss Callister adındaki uzay gemisinin mürettebatı, gerçek yaşamda Dna’ları ele geçirilen, dijital olarak sisteme klonlanan kişilerden oluşmaktadır. Bu kişiler şirketinde kendisine saygı göstermeyen ve ona küçümseyen gözle bakanlardan oluşuyor.
Daly, Dna’ları parmak izlerinden, bardaktaki dudak izlerinden ve hatta tuvaletlerden gizlice alıp bu işi başarıyor. Simülasyon içinde hayat bulan karakterler, varlıklarının bilincinde ve gerçek hayattaki benliklerinin birer kopyası olduklarının farkındadırlar. Daly Infinity’e her bağlandığında mürettebat, Star Trek örneğinde olduğu gibi, geminin kumanda merkezinde yerlerini almak zorundadır. Geminin kaptanı rolüne bürünen Daly, simülasyonda bulunduğu sürelerde tayfasıyla birlikte uzayda yeni keşiflere ve savaşlara yelken açar. Bir nevi modern Frankenstein öyküsünün anlatıldığı bölümde, Daly rolüyle Jesse Plemons, kariyerinin en iyi işlerinden birini ortaya koyuyor. Gerçek hayatta şirketinde bile fark edilmeyen Daly’nin kişilik değişimini sanal dünyada büyük bir başarıyla canlandırıyor. Daly, Infitiny’de saygı duyulan ve adeta korkulan biri haline geliyor. Tasarlamış olduğu oyun sayesinde, hayranı olduğu Space Fleet evrenini birebir yaşayabilecek ve nefret ettiği ortağı Walton’u gerçek hayatta olamasa da, sanal dünyada istediği zaman psikolojik ve fiziksel olarak ezebilecektir.
Bireyin karanlık dünyasını ele alan Uss Callister, sanal dünyalarda kendimize biçtiğimiz rollerin aslında peşine düştüğümüz alter egolar olduğu vurgusunda bulunuyor. Günümüz sosyal medya hesaplarında kendini gerçek hayatta olduğundan daha farklı ifşa etmeye meraklı ciddi bir kitle var. Gerek sosyal hesaplar gerekse simülasyon dünyası birer rol yapma dünyası değil midir? Psikolojik açılımları bir yana, Uss Callister, başarılı prodüksiyonu ve Star Trek göndermeleri ile bu yeni sezonun en eğlenceli bölümü.
Ünlü oyuncu Jodie Foster’un yönetmen kimliği ile yer aldığı ikinci bölüm Arkangel; birinci sezonun ve Black Mirror’un en sevilen öykülerinden olan The Entire History Of You ile benzerlikler gösteriyor. Dördüncü sezonun hayal kırıklığı yaratabilecek tek yönü, daha önce anlatılmış öykülerde yer alan teknolojiye benzer elementlerin kullanılmış olması. The Entire History Of You’da bireyler, günlük hayatta olan bitenleri gözlerindeki dijital lense kaydedebiliyorlardı. Bu lens sayesinde, başkalarının da kayıt edilmiş yaşamlarını izleyebiliyorlardı. Ebeveyn olmanın getirdiği sorumlulukların üzerine giden Arkangel, kendisine yerleştirilen implant sayesinde, annesi tarafından sürekli izlendiğinin farkında olan çocuk psikolojisine de yoğunlaşıyor.
Marie (Rosemarie DeWitt), kızının üzerine titreyen, korumacı bir annedir. Bir gün, dışarıdayken küçük kızının ondan bir anda uzaklaşmış olması Marie’ye kaybetme duygusu yaşatır. Daha önce yaşadığı üzüntü ve travmaların benzerlerini kızının da yaşamasını istemeyen Marie, Arkangel adındaki çocuk izleme programından haberdar olur. Sinir sistemine yerleştirilen implant sayesinde ebeveyn, tablet bilgisayar sayesinde çocuğunun gözünden her şeyi gerçek zamanlı olarak takip edebilmektedir. İstenirse (kan, ceset gibi…) olumsuzluk arz edecek bazı şeyleri çocuk sansürlenmiş halde görebilecektir. Toplumun en küçük kurumu olan ailede bu durum etik anlamda sıkıntılara neden olacaktır. Çocuğun, sürekli takip ediliyor bilgisine sahip olması onu gerçek yaşamdan soyutlanmasına neden olabilir. Ebeveynlerin her şeyden haberdar olmaları aileyi totaliter bir tutum içine sokabilir.
Arkangel, sezonun yeni bölümleri içinde vasat bir konumda bulunuyor. Anne-kız arasındaki ilişki ve iniş çıkışları ele alan yapım, bu yönüyle ana temasından uzaklaşıyor. Hükümetin Arkangel programını yasaklamasına rağmen Marie, ilerleyen zamanda yetişkinliğe doğru giden kızını gene de izlemekten geri duramaz. Bir annenin, kızının hayatını takip sistemi ile şekillendirmeye çalıştığı ikinci bölüm orta karar bir performans sergiliyor.
The Road (2009) yapımıyla başarılı bir post-apokaliptik işe imza atıp dikkatleri üzerine toplamış olan John Hillcoat, üçüncü bölüm Crocodile ile ilgi çekici bir çalışma ortaya çıkarıyor. Mia Nolan (Andrea Riseborough) ve erkek arkadaşı Rob (Andrew Gower), sabaha karşı bir gece kulübü çıkışı, arabalarıyla bir kişinin ölümüne sebebiyet verirler. Hapse girmek istemeyen Rob, Mia’yı ikna edip, birlikte cesedi yolun kenarındaki göle atarlar. Aradan on beş yıl geçer ama Rob pişmandır. Mia’ya, en azından ölen kişiye pişmanlık mektubu yazmayı önerir; artık evli, mimarlık mesleğinde başarılı bir kariyere sahip olan Mia, teklifi kabul etmez ve Rob’u engellemeye çalışırken çıkan boğuşmada onu öldürür.
Crocodile, bir cinayet ve dedektiflik öyküsü anlatıyor. Mia’nın karanlık sırrının ortaya çıkmaması için cinayet işlemesine sebep olacak motivasyonun üzerine cesurca gidiyor. Senaryo, Mia ve kaza raporları tutan sigortacı Shazia (Kiran Sonia Sawar) arasında çapraz olarak kurgulanıyor. Kazaya uğrayanların mağduriyetini “hatırlama cihazı” adı verilen araçla çözmeye çalışan Shazia, müşterilerinin kafasına geçici olarak yerleştirdiği çip sayesinde hatırlayabildiklerini ekranda kayıt altına alarak çözüm bulmaya çalışıyor. Mia ve Shazia’nın yolları, Mia ile ilgisi olayan bir kaza olayı ile kesişecektir.
John Hillcoat, Mia’nın istemeden işlediği cinayetlerde, yakın yüz planları ile karakterinin psikolojisini anlamaya çalışıyor. İyi denilebilecek insanların bile olumsuz durumlarda korkup birer şeytana dönüşebileceğinin altını çiziyor. Mia, Rob’u öldürdüğü anın hemen sonrasında, kaldığı otel odasının penceresinden bir otomatik pizza aracının birine çarptığını görür. Shaiza, önce mağdura ve sonrasında adamın kazadan hemen önce yolda göz göze geldiği kadına ulaşır; artık kanıt içerebilen anılardan, hatırlama aracı sayesinde delillere ulaşabilmek mümkündür. Fakat hatırladıklarımızın ne kadarı doğru ya da korku ve hayret durumu içindeyken anıların yanlış yorumlanabilme ihtimali, bu sistemin güvenilirliğini sorgulatmaktadır. Olumsuz olay ve koşulların bireyi nasıl bir katile dönüştürdüğünü ele alan Crocodile, karanlık bir öykü sunuyor.
İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan çöpçatanlık sitelerinin ilk sosyal medya oluşumları olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak; profil resimlerine, kullanıcılar hakkında bilgilere ve fotoğraf galerilerine sahip dijital platformlardı. Hayatın her alanında olan sosyal medyanın temellerini çöpçatanlık siteleri atmıştı. Dördüncü bölüm Hang the Dj, özgür iradenin olmadığı; yaşam kalitemizden, eş bulmaya kadar her şeyin bir uygulama tarafından belirlendiği distopik bir öykü sunuyor. “Uygun eş kimdir?” ve “Mükemmel ideal midir?” sorularını ortaya atıyor.
Toplum bireylerinin kullanmaya mecbur tutulduğu eş bulma aracı, uygun eşi bulana kadar, kiminle, ne zaman ve nasıl buluşacağına dair bilgi vermektedir. Bu direktiflere uymayanlar, takibe alınıp, asimile edilmektedir. Eş adayları buluşma gününü, karşı cinsle kaç saat ya da gün birlikte zaman geçireceklerini bu cihazdan öğrenmektedir. Amy (Georgina Campbell) ve Frank’in (Joe Cole) yolu bir gün kesişir; ama sistem, birbirlerini tanımaları için yalnızca on iki saat kadar bir süre verir. Bu kısa buluşmanın sonucunda birbirlerini unutamayan Amy ve Frank, ilerleyen süreçte sistemin bulduğu diğer kişilerle aylara, hatta yıllara uzanan birliktelik yaşarlar. Süreleri dolunca sistem tekrar onları buluşturur; ama uygulama, uygun çift olmadıklarını tekrar belirtir.
İnsan ilişkilerini teknolojik boyutta ele alan dördüncü bölüm, günümüz sosyal medya anlayışını ve gerçekliğin artık yapay dünyalara kaydığını dile getiriyor. En yakınlarımızın bile sosyal platformlarda mükemmel bir yaşantıya sahip olduklarını görüyoruz, ama gerçek hiç de göründüğü gibi değil. Yolda yürürken etrafımıza baktığımızda, başları önlerindeki telefona eğik, dışarıdan bihaber; gerçek yaşamlarında sanal dünyalarına gömülen insanları görüyoruz. Sosyal medya kullanımı, fikir ve yaratıcılık anlamında bir şey üretmeyen toplumlarda oldukça yüksek seviyelerde seyrediyor. Bu kullanım, çoğunlukla başkalarının ne yaptığı ve kendilerinin ne kadar mükemmel yaşadıkları üzerine. Sosyal profil hesabımıza bir resim ya da yemek resmi koyduğumuzda yüzlerce beğeni alabiliyoruz; ama kendi kalemimizden çıkan bir yazıyı paylaştığımızda beğeni birkaç kişiyi geçmeyebiliyor. Bu durum, üreten ile üretmeyen arasındaki kültürel uçurumun göstergesidir. Hang the Dj, günümüz sosyal tespitlerinden ötürü, yeni sezonun başarılı işlerinden.
İnsanlık için umudun tükenme noktasına geldiği hayli karamsar bir kıyamet sonrası dünyayı tasvir eden Metalhead, şiddet dozunun yüksekliği ile de dikkat çekiyor. Kısaca bir hayatta kama öyküsü anlatan beşinci bölüm, siyah beyaz çekilmiş olmasıyla da aradan sıyrılıyor. Bella (Maxine Peake), kız kardeşine vermiş olduğu bir sözden dolayı Tony (Clint Dyer) ve Clarke (Jake Davies) ile birlikte tehlikeli bir göreve çıkıyor. Bulmaları gereken kutuyu buluyorlar; fakat kutunun ardına saklanmış olan gelişmiş yapay zekâya sahip, köpeğe benzer bir robotun saldırısına uğruyorlar. Gözlerinin önünde arkadaşlarının katledilmesine şahit olan Bella, amansız bir kaçışa mecbur kalıyor.
Gelişmiş yapay zekânın korkutucu boyutuna vurgu yapan beşinci bölüm, bugün endişe duyduğumuz felaket odaklı soruların sonuçlarına gidiyor. Gelişmiş yapay zekânın, kendi varlığını hayatta tutma isteğine ve insanoğlunu en büyük tehlike olarak gördüğü için onları birer birer avladığı bir gelecek manzarası ile karşılaşıyoruz. Yeni sezonun beğeni anlamında en düşük seviye bölümü olsa da, Bella ve “dog” olarak tabir edilen robot arasındaki kedi/fare oyunu içeren sahnelerde gerilim katsayısı tavan yapıyor. Daha önce Lolipop (2005) filmiyle arkadaşlık sitelerinin tehlikeli yönüne dikkat çeken tecrübeli yönetmen Davis Sale, Metalhead ile özgün bir şey anlatmasa da, kıyamet sonrası dünyada korku/gerilim unsurlarının bolca kullanıldığı bir izlence sunuyor.
Final bölümü olan Black Museum, gene ilgi çekici bir hikaye; ama senaryonun, ters köşe yapma amacıyla hesaplı yazıldığını fazlaca hissettirmesi bir tatmin olmamışlık hissi yaratıyor. Kendi içinde üç kısa öyküden oluşan Black Museum, hafızanın dijital ortama kopyalanmasının ahlaksal yönlerine odaklanıyor. Müzenin sahibi ve aynı zamanda bir araştırmacı olan Rolo Haynes (Douglas Hodge), açılış saatinin hemen başında gelen siyaretçi Nish’e (Letita Wright) etrafı gezdirirken, sergilenen materyallerin hikayelerini de anlatır. Müzede sergilenen teknolojik gereçlerin geliştiricisi de olan Haynes, çoğunun başarısız sonuçlara neden olduğunu Nish’e belirtir. Korku müzesini andıran mekanda sergilenenler, birçok insanın hayatını mahvetmiş gereçlerden oluşmaktadır.
Haynes ilk öyküde, doktorların hastaların acılarını daha iyi anlaması amacıyla geliştirmiş olduğu bir zihin aracını tanıtır. Doktor, kendi ve hastanın zihnine taktığı araç sayesinde, duyulan acıyı bire bir hissedecektir; fakat ölmek üzere olan bir hasta üzerinde kullandığında ölüm duygusunu tadar ve acı duymaya karşı bağımlı hale gelir. Eşiyle birlikte olduğu zamanlarda bile bu tıbbi aleti kullanır ve karşı cinsin almış olduğu hazzı da deneyimler. Acıya karşı duymuş olduğu açlık, artık kendisine ve başkalarına zarar verme noktasına gelir. Başkalarına işkence yaparken adeta cinsellik ve acının iç içe olduğu duyguları yaşar gelir.
İkinci öyküde, evli ve çocukları olan mutlu bir çiftin başına gelen trajik olayı anlatır. Komada olan ve yaşama şansı giderek düşen Carrie (Alexandra Roach) için umutlar düşüktür. Haynes, Jack’e (Aldis Hodge) bir teklifte bulunur: Carrie’nin bilincinin Jack’e kopyalanması. Böylece Carrie, Jack’in zihninde hayat bulabilecektir. Zihin aktarımını sıra dışı bir durumla elen alan ikinci öyküde Jack, bir süre sonra zihninde yaşayan kişiden sıkılır ve onu özel tasarlanmış oyuncak bir ayıya aktarır. Böylece çocuğu onunla oynayabilecek ve annesinin sürekli yanında olduğunu bilecektir; ama Carrie, oyuncak ayının çıkarabileceği iki kelime ile dış dünya ile iletişimde bulunabilir.
Haynes, en sonunda ziyaretçisini bir perdenin ardında olan odaya götürür ve camla kaplı odada hologram olarak yaşayan, daha önce idam cezası almış mahkumu tanıtır. İdam edilirken zihni dijital ortama aktarılan mahkumu, müzeye gelen ziyaretçiler ücret karşılığı tekrar elektrikli sandalyede cezalandırabilecektir. Black Museum’da anlatılan her bir öykünün vurucu ve sürpriz sonlu olması gerekliliği, Nish’in gerçekte kim olduğunun açıklanması anını hiçte etkili yapmıyor. Zihin aktarımını farklı boyutlarda ele alan Black Museum, sürpriz sona bizi en başından açık bir şekilde hazırladığı için, vurucu bir final olamıyor.
Temelde insan ilişkilerini ve teknolojinin bu ilişkilere olan etkilerini anlatan; günümüz toplum ve sosyal düzende yaşanan aksaklıkları hikayelerinde kullanan Black Mirror, yaşadığımız dünyanın bir yansıması olmayı başarıyor. Kimi hikayeler gerçek dışı ve kullanılan teknoloji abartılı görülebilir; ama Black Mirror ekibi çoğu zaman şahit olduğumuz absürtlük içeren durum ve olayları etkili bir şekilde hikayeleştiriyor. Örnek olarak; üçüncü sezondaki Nosedive, sosyal medya hesaplarında en yüksek beğeniye ulaşmaya çalışan ve bu amaçla ortaya çıkan sahte insan ilişkilerini konu ediniyordu. Beşinci sezon için heniz resmi bir duyuru yapılmadı, ama ciddi hayran kitlesi sayesinde umarız yeni sezon anonsunu yakın zamanda duyarız.