Battlestar Galactica, kendi yarattığı robotlar tarafından soykırıma uğrayıp kaçak durumuna düşen bir grup insanın hikâyesi olarak özetlenebilir. 1970’lerde yayımlanan aynı isimli orijinal diziye dayanıyordu ve çok geçmeden de bilimkurgu için bir dönüm noktası olmayı başardı. 1940’lardan 1960’lara kadar bilimkurgu dizileri, büyük ölçüde eğlenceye odaklanmıştı. Pek çoğu, uzak bir gelecekte tasarlanmış kurgusal teknolojilere, öte gezegenlerdeki türlü yaratıklarla karşılaşan insanların yaşadığı aksiyon ve maceraya bel bağlıyordu. Sonraki yıllarda, özellikle Amerika’da yaşanan toplumsal hareketler bilimkurguyu da değişime sürükledi. Bu değişim Battlestar Galactica’da o kadar iyi yansıtıldı ki, pek çok bilimkurgu dizisi onun izinden gitmeye ve benzer yenilikçi adımlar atmaya çalıştı.
Bilimkurgu, neredeyse televizyon ortaya çıktığından beri ekranlardaydı ve hâliyle de birçok değişikliğe uğradı. Televizyonda karşımıza çıkan ilk bilimkurgu dizisi, genel olarak 1949-1955 yılları arasında yayımlanan “Captain Video and His Video Rangers” olarak kabul edilir. Kaptan Video’nun liderliğindeki Video Kolcuları, uzak bir gelecekte yaşıyor ve adalet adına çok sayıda kötüye karşı savaşıyordu. Captain Video and His Video Rangers‘ı 1950’lerde Tom Corbett, Space Cadet, Space Patrol, Buck Rogers ve Flash Gordon gibi benzer yapımlar izledi. Bu ilk programlar, çoğunlukla çocuklara yönelik bilimkurgu macera dizileriydi. Basit ahlaki derslere, fütüristik ortamlara ve tasarıma odaklanıyorlardı. Bütçeleri çok düşüktü ve bazı bölümleri yalnızca 15-20 dakika uzunluğundaydı. Bu sayede yüzlerce bölüm çekilebiliyordu.
Popülerlik kazanan bir sonraki bilimkurgu dalgası antoloji dizileri oldu. Bu diziler, bilimkurgunun çocukları olduğu kadar yetişkinleri de etkileyebileceğini fark ettiler ve bunu kullanarak da heyecan verici bir başarı yakaladılar. İlk bilimkurgu antoloji dizisi, 1951-1953 yılları arasında yayımlanan Tales of Tomorrow‘du. Ancak bilimkurgu antolojilerinin atası ve gerçek cevheri, 1959-1964 yılları arasında ekranlara gelen The Twilight Zone‘du. Alacakaranlık Kuşağı, yetişkin izleyicilere yönelik karanlık bilimkurgunun popülaritesini arttırdı. Dizi, Netflix’in Black Mirror‘ı başta olmak üzere bugün hâlâ çeşitli yapımlara yön vermeyi sürdürüyor. 60’lar boyunca karşımıza çıkan diğer bilimkurgu antoloji dizileri ise Science Fiction Theatre, One Step Beyond ve Outer Limits‘ti.
1960’ların ikinci yarısında, aksiyon ve macera bilimkurgularına dönüş görüldü. Ancak bu sefer hedef çocukları cezbetmek değil, yetişkinleri tavlamaktı. Voyage to the Bottom of the Sea, The Time Tunnel ve Land of the Giants gibi en popüler dizilerin birçoğu Irvin Allen imzası taşıyordu. Bu dizilerin yanı sıra Doctor Who ve Lost in Space gibi daha aile dostu diziler de vardı. Hemen hepsi, ana konudan bağımsız olarak her hafta bambaşka bir macerayla karşımıza çıkıyordu. Bu sayede toplumsal anlamda yaşanan değişimlere anlık tepkiler vermek de mümkün oluyordu. Bu durum, 20. yüzyılın belki de en önemli bilimkurgu televizyon dizisinin temelini attı: Star Trek. Orijinal Star Trek dizisinde uzaylılar, fütüristik teknolojiler ve uzay yolculuğu yapan maceracılar vardı. Tüm bunlardan daha da önemlisi, toplumsal sınırları zorlamasıydı. Dizi, izleyicileri farklı fikirlerle ve önyargılarla yüzleştirdi. Aksiyon ve maceranın içine serpiştirilmiş güncel olaylar ve konularla takipçilerini düşünmeye ve sorgulamaya itti.
Star Trek’in başarısı bilimkurgu dizilerini de yeni bir boyuta taşıdı. 1960’lardan itibaren bilimkurgu programları, genellikle sosyal, politik ve ahlaki konulara değinmeye başladı. Orijinal Star Trek’i Star Trek: The Next Generation (1987-1994) ve Star Trek: Deep Space Nine (1993-1999) gibi diziler takip etti. Hepsi de karmaşık konulara ve güncel olaylara ilişkin metaforlar içeriyordu.
1978’de yayımlanan Orijinal Battlestar Galactica, savaştan soykırıma, teknolojik korkulardan efsanelere kadar birçok konuyu ele aldı. Tabii bunların yanında uzaylılar ve robot köpekler de vardı. Devam dizisi Galactica 1980 ise sadece bir sezon sürebildi. 1990’lara gelindiğinde Babylon 5, ayrıntılı ve karmaşık hikâyesiyle antolojilerden ve öncüllerinden farklı olarak sürekliliğe odaklanmıştı. Dizi, çeşitli uzaylı türleri bir uzay istasyonunda buluşturuyor, siyaset ve diplomasi gibi ciddi konulara eğiliyordu. Modern Battlestar Galactica, Babylon 5‘tan miras aldığı bu yöntemi daha da genişletecekti.
Battlestar Galactica’nın yaratıcısı ve sorumlusu Ronald D. Moore, orijinal seriyi yeniden çekmek için yola çıktığında başarıya giden yolun kaynak dizide var olan materyali çok iyi kullanmaktan geçtiğini biliyordu. Orijinal dizinin güzel tarafı zengin fırsatlar sunan konusu ve ortamıydı. İlk yapımda Cylonlar, nesli tükenmiş sürüngensi bir uzaylı türün icadıydı. Yeniden çevrimde bu hikâye değiştirildi ve Cylonlar’ın insanlar tarafından yaratıldıkları işlendi. Böylece insanların en büyük korkularından biri de ortaya çıkarılmış oldu: Teknolojinin tüm uygarlığı yok etme tehlikesi… Bu korku, günümüzde yapay zekânın artan kullanımıyla beraber her geçen gün büyümeye devam ediyor.
Eski dizi daha gelenekseldi ve iyi adamlara karşı kötü adamlardan oluşurken, yeni dizide insanlığın kendisini yok etme potansiyeline sahip olduğu öne çıkarılıyordu. Dizide Cylonlar, insanların yaşadığı 12 Koloni‘ye nükleer saldırı başlatıyor ve hayatta kalan insanları da kaçmaya, yeni bir yuva aramaya zorluyordu. Elbette aranan bu yeni yuva, efsanelerde adı geçen Dünya’ydı ya da namı diğer 13. Koloni. Özünde bu hikâye aynı kaldı. Ancak yeni Battlestar Galactica’da izleyicinin Dünya hakkındaki farkındalığı, karakterlerin korku ve şüpheleriyle ortaya çıkıyor, Dünya’nın varlığı aynı zamanda din ve inancı vurgulamak için de kullanılıyordu. Orijinal serinin birçok unsuru, Glen A. Larson‘ın Mormon inançlarına dayanıyordu. Ancak yeni seri Mormon inancının bir kısmını alıyor ve bunu her izleyicinin kendisiyle özdeşleştirebileceği daha kapsamlı bir mitoloji ve hikâye modeline dönüştürüyordu.
Orijinal Battlestar Galactica iyi bir karakter kadrosuna sahipti ve sosyal normlara meydan okuyan alışılmadık seçimler noktasında yenilikçi olsa da, modern uyarlama bu konuda daha başarılıydı. Orijinal dizide kadınların çoğu erkeklere göre daha pasif konumdaydı, yine de orduda kadınlar ve farklı ırklardan insanlar tasvir ediliyordu. Çağdaş dizide ise kadınlar hep ön planda yer alıyordu ve çoğu ya lider ya pilot ya da teknisyendi. Ordunun tüm kademelerinde yer almanın yanı sıra erkek karakterlerle olan ilişkilerinde de son derecede güçlü ve cesurlardı. Dizi aynı zamanda ana kadroya ve figürasyona farklı etnik kökenlerden pek çok insanı yerleştirmişti, ancak ana kadronun çoğunluğu hâlâ Avrupalı ya da Amerikalıydı. Buna rağmen, her iki dizi de Star Trek‘ten bu yana bilimkurgu türünü evrensel kılan gurur verici bir katılım ve sosyal farkındalık geleneğini sürdürdü.
Modern Battlestar Galactica, bilimkurguda bugüne kadar devam eden birçok trendin başlangıcı oldu. Öncelikle Star Trek gibi bağımsız bölüm düzenini yıllar boyu kullanan dizilerin aksine, birbiriyle iç içe geçmiş birçok hikâye, olay örgüsü ve karakter akışından yararlandı. Dizide, izleyicilerin din ve toplum hakkındaki varsayımlarını yeniden düşünmelerini sağlamak amacıyla mitolojik unsurlar kullanıldı. Özel efektleri her ne kadar CGI ağırlıklı olsa da, fiziksel ortamlardan, sahne ekipmanlarından ve pratik efektlerden de faydalandı. Yine dizinin çekimlerinde kullanılan renk paleti, önceki bilimkurgu dizilerinin parlak renkleriyle keskin bir tezat oluşturuyordu. Kendisinden önceki pek çok dizinin aksine, belgesel benzeri bir hissiyat uyandırmak için el kamerası veya titreyen kamera tekniğine başvuruldu. Bu durum hem izleyiciye olayların içindeymiş hissi veriyor hem de 2000’li yıllara hâkim sosyal ve politik atmosferin tedirginliğini yansıtıyordu. Âdeta insanlığın belirsiz geleceğini anlatan görsel bir metafor gibiydi. Bu teknikler de günümüz bilimkurgu dizilerine yol gösterici oldu.
Ölümler tüm bilimkurgu dizilerinin doğal bir parçasıdır, ancak Battlestar Galactica sınırları zorlamaktan korkmuyordu. Örneğin, ölümü hak etmiş gibi görünen insanları öldürmek yerine masum karakterlerin ölmesine izin veriliyordu. Öyle ki, Caprica Six‘in daha dizinin başında bir bebeği öldürdüğü bile görüldü. Başka bir bölümde ise Cloud 9’daki binlerce kişi, Baltar’ın Gina’ya verdiği nükleer silah sebebiyle öldü. Battlestar Galactica’daki bu trajik ölümler, diğer bilimkurgu dizi ve filmlerinin daha karanlık bir yöne doğru ilerlemesine yol açtı. Artık dizilerde kimse güvende değildi. Öte yandan dizi, uzay savaşlarının görünüşünü de değiştirdi. İkinci Cylon Savaşı, Battlestar Galactica boyunca sürdü. Dizide yer alan uzay savaşları, görünümleri ve olay örgüleri açısından daha gerçekçi hâle büründürüldü.
Ateşlenen silahlar, basit efektli bir lazerlerden ziyade gerçek cephaneye sahipmiş gibi hissettiriyordu ve gerçek hayatta olduğu gibi patlamalara ve yangınlara da neden olabiliyordu. Ayrıca saldırılar daha az koordineli ve daha kaotik görünüyordu. Gemiler vurulduğunda birbirine çarpıyor ve patlıyordu. Star Trek‘in yeni filmlerinde artık daha gerçekçi savaş sahneleri var. The Expanse‘in uzay savaşlarında gördüğümüz gerçekçilik ise herkesi şaşkına çevirdi. Hatta Doctor Who‘da kullanılan silahlar bile lazer görünümlerine ve ses efektlerine rağmen patlamalara ve yangınlara neden olmaya başladı.
The Expanse gibi diziler, birçok etnik kökeni bir araya getiren ve zaman zaman yeni etnik kökenler de yaratan bir yaklaşıma sahip. Böylece önyargı ve ırkçılık, farklı bir bakış açısıyla sorgulanabiliyor. Ayrıca bu tarz dizilerin, geniş bir izleyici kitlesine hitap edebilmesi için zengin bir ana kadrosu, kapsamlı ve detaylı bir hikâyesi oluyor. Birçoğu aynı Battlestar Galactica’nın yaptığı gibi rahatsız edici konulara değinebiliyor. Black Mirror teknoloji ile, Westworld yapay zekâ ve robotlar ile, Orphan Black insan kimliğinin doğası ile izleyenleri rahatsız ediyor.
Battlestar Galactica’dan önce çoğu bilimkurgu oyuncusu sektörde yeniydi. William Shatner, Orijinal Star Trek‘ten önce yer aldığı dizilerde çoğunlukla küçük roller üstlenmişti. Battlestar Galactica, kadrosuna rüştünü ispatlamış oyuncuları ekleyerek farklı bir yöne gitti. Edward James Olmos, 1974’te oyunculuğa başladı ve Battlestar Galactica’ya katılmadan önce Blade Runner, The Ballad of Gregorio Cortez ve Miami Vice gibi popüler filmlerde rol aldı. Mary McDonnell ise Independence Day ve Donnie Darko gibi başarılı yapımlarla tanınıyordu. Dahası, Battlestar Galactica’dan sonra pek çok önemli oyuncunun bilimkurguya yöneldiğini de gördük. Bu açıdan da dizi, oyuncuların sektöre ve türe bakış açısında önemli bir kırılma yarattı.
Yeni Battlestar Galactica’nın en dikkat çekici özelliklerinden biri de uzaylı komplolarına dayanmamasıydı. Dizinin yazarları, bilimkurgunun ele almaya çalıştığı tüm konuların uzaylılar olmadan da işlenebileceğini, bilimkurguda asıl araştırılan şeyin insanlığın doğası olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Öyle ki, insanla birebir aynı dış görünüşe sahip varlıklar bile “öteki” olarak damgalanabiliyor, ırkçılığa, ötekileştirmeye, dışlanmaya maruz kalabiliyordu. Dizinin yapımcıları, insanlığın en büyük düşmanının yine insanlığın ta kendisi olduğunu da çok iyi biliyordu. Cylonlar’ın yaratıcısı için başka bir türe de ihtiyaç duymadılar. Zira biz insanlar, her şeyin sonunu getirebileceğini bilsek bile yapıp ettiklerimizden geri durmuyoruz.
Tam bu noktada, William Adama‘nın şu unutulmaz konuşmasıyla yazıyı sonlandırmak yerinde olacaktır:
“Bizler birer insan olarak neden kurtarılmaya değeriz? Hâlâ aç gözlülük, kin ve kıskançlık yüzünden cinayet işliyoruz. Ve hâla işlediğimiz günahların bedelini çocuklarımızın üzerine yıkmaya devam ediyoruz. Yaptığımız herhangi bir şey için sorumluluk almayı reddediyoruz. Tıpkı Cylon konusunda yaptığımız gibi. Tanrıyı oynamak istedik. Canlı yaratmak istedik. Ve bu canlı bize karşı gelince de kendimizi, bunun gerçekten bizim suçumuz olmadığına inandırmaya çalıştık. Tanrıyı oynayıp sonra da ellerinizi yıkayarak yarattığınız şeylerden kurtulamazsınız. Er ya da geç yaptıklarınızdan saklanamayacağınız o gün gelecektir.”
Çeviri için teşekkürler Cem. İzlediğim ve beğendiğim en güzel dizilerden birisidir. Ama nedense pek bahsedilen bir dizi değil. 🙁