“Adım John Crichton. Ben bir astronotum. Gemimle birlikte yanlışlıkla bir solucan deliğinin içine düştüm. Şimdi evrenin uzak bir köşesinde kaybolmuş durumdayım. Burası tamamen garip ve yabancı yaşam formlarıyla dolu. Üstelik çıldırmış bir komutan beni avlamaya çalışıyor. Sadece eve dönmek için bir yol arıyorum. Sesimi duyan var mı?”
Nine Network adına Avustralya’da çekilen ve 1999 Mart’ında Sci-Fi Channel’da yayın hayatına başlayan Farscape, kullandığı başarılı makyaj ve kukla sanatıyla büyük ilgi uyandırdı. Dizinin yaratıcısı Rockne O’Bannon, daha önceki çalışmalarıyla da tanınan bir isimdi, ancak bu projelerin hiçbiri Farscape ile kıyaslanabilecek düzeyde değildi. Toplam dört sezon boyunca yayımlanan ve Peacekeepers Wars adlı bir mini diziyle sonlanan yapım, televizyon dünyasına damga vuran eşsiz işlerden biri olmayı başardı.
Kuşkusuz bu başarının ardında iyi oyunculukların ve derinlikli karakterlerin varlığı yatıyordu. Diziyi sürükleyen karakterlerin başını ise Ben Browder‘ın canlandırdığı John Crichton çekiyordu. Çünkü onun yolculuğu yalnızca bir insanın hayatta kalma mücadelesini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bireyin öz kimliğini koruma ve evrensel ahlak anlayışına sahip çıkma çabalarını da gözler önüne seriyordu. Sıradan bir bilim insanıyken ansızın kendini bilinmeyen bir galaksinin ortasında bulan karakterimiz, bu olayın sonunda hem bir kahraman hem de bir lider hâline geliyordu. İşte bu yazıda, John Crichton’ın hayatına, Farscape evrenindeki yolculuğuna ve karakterini şekillendiren olaylara göz atacağız.
John Crichton, 1960’ların sonlarında Memphis’te Jack ve Leslie Crichton’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Olivia adında küçük bir kız kardeşi ve Susan adında da bir ablası vardı. Çocukluğundan beri uzaya meraklıydı ve babası gibi o da ünlü bir astronot olma hayalleri kuruyordu. John, babasının izinden giderek fizik ve mühendislik alanlarında eğitim aldı. Ancak bilimsel kariyeri ve astronot olmak için gösterdiği çaba yalnızca uzay merakıyla sınırlı değildi, evrenin sırlarını da çözmek istiyordu. Buna rağmen her önemli görevin ödenmesi gereken bir bedeli olduğunu da küçük yaşta fark etti. Zira astronot babası Jack Crichton, işi gereği evden uzakta çok fazla zaman geçirmek zorunda kalıyordu ve bu da küçük John’un içerlemesine yol açıyordu.
İlerleyen yıllarda babası gibi IASA‘in (Uluslararası Havacılık ve Uzay Dairesi) birçok uzay mekiği görevinde uzman olarak çalışmaya başladı. Babası başarılı bir astronot olmasına rağmen, John’un kariyeri babasınınkine yetişmekten bir hayli uzaktı. Her şeyden önce babası gibi “cesur, maço bir ruh”a sahip değildi. Bu durum ise uzun süre babasının gölgesinde yaşamasından kaynaklanıyordu ve kendi değerini, kendi yöntemiyle kanıtlaması gerekiyordu. Genç John Crichton, yalnız bir çocuktu. İşinin tehlikeleri yüzünden babasını bir daha görüp göremeyeceği konusunda endişe duyarak büyüdü.
Kariyerinin dönüm noktası, “Farscape Projesi” adını verdiği teoriyi test etmek için uzaya gönderilmesiyle başladı. Amaçladığı şey ise Dünya’nın çekim gücünden yararlanarak yüksek hızlara çıkılabileceğini tüm dünyaya kanıtlamaktı. Gerçekten de teorisi işe yaradı ve mekiğiyle yüksek hızlara ulaşmayı başardı. Ne var ki test sırasında ortaya çıkan bir solucan deliğine düşmesiyle hayatı ansızın tepetaklak oldu. Crichton, solucan deliğinden çıktığında kendisini evinden çok uzakta, tam da bir uzay çatışmasının ortasında buldu. Daha da kötüsü, farkında olmadan bir kişinin ölümüne yol açtı ve çok geçmeden de bu kişinin kudretli bir komutanın kardeşi olduğu ortaya çıktı.
Sudan çıkmış balığa dönen ve etrafında olup bitenlere anlam vermeye çalışan Crichton, Dünya’ya geri dönmeye çalışırken dev bir canlı gemi olan Moya’yla ve onun uzaylılardan oluşan mürettebatıyla karşılaştı. Söz konusu mürettebat, iri kıyım Luxan savaşçısı Ka D’Argo (Anthony Simcoe), mavi tenli rahibe Zhaan (Virginia Hey) ve hükümdar Rygel’dan (Jonathan Hardy’nin sesinden) oluşuyordu. Bu üçlünün her biri, katı kurallı ve askeri temelli bir güvenlik gücü olan Barış Muhafızları organizasyonunun tutuklularıydı. Yabancı bir galaksideki bambaşka canlılarla burun burun gelen karakterimiz, iletişim sorununu ise kendisine enjekte edilen çevirmen mikroplar sayesinde aştı.
Crichton, Moya’ya varır varmaz tanıştığı asi bir Barış Muhafızı olan Aeryn Sun (Claudia Black) ile de küçük ve tuhaf bir husumet yaşadı. Bu karşılaşma, ikisi arasında tüm dizinin dönüm noktası olacak duygusal bir bağın gelişmesini de sağladı. Görünüş olarak tıpkı bir insana benzeyen Aeryn Sun’un da ekibe katılmak zorunda kalmasıyla mürettebatın ana çekirdeği oluştu. Hepsinin yegane amacı ise peşlerindeki Barış Muhafızları’ndan kurtulmaktı. Bilhassa acımasızlığıyla bilinen komutan Crais, kardeşinin ölümüne yol açtığı için Crichton’a karşı büyük bir nefretle doluydu. Hatta Crichton’ı yakalama arzusuyla tüm savaş kurallarını çiğnemekten bile çekinmedi. Mürettebat, başlarda Crichton’a sorunlu bir beceriksiz gözüyle baktı ve Barış Muhafızı olmadığını kanıtlayana kadar kendisine temkinli yaklaşmayı yeğledi.
İlk sezon boyunca ekibimiz, bir yandan Barış Muhafızları tehlikesini savuşturmaya bir yandan da pek çok ilginç ve tehlikeli maceraya atıldı. Crichton ise her seferinde işe yarar bir mürettebat üyesi olduğunu kanıtlayarak ekibin gözüne girmeyi başardı. Sezonlar ilerledikçe Crichton’ın karakteri ve mizacı da değişmeye başladı; mürettebatla nasıl etkileşim kuracağını öğrendi. Aeryn Sun ile özellikle ilginç bir ilişkisi vardı ve çok geçmeden de bu ilişki efsanevi bir aşka evrildi. Öte yandan, Crichton ve Zhaan arasında da güçlü bir bağ oluştu. Zhaan, Crichton’ın içinde bulunduğu durumu diğerlerinden daha iyi anlıyor ve çoğu zaman ona dostane yaklaşıyordu. Hatta karakterimiz, sinirini zapt etmekte zorlanan D’Argo’nun yanı sıra geminin uysal sürücüsü Pilot ve egomanyak Rygel’la bile yakın bir arkadaşlık kurmayı başardı.
Sezonlar ilerledikçe ekibe Chiana, Jool ve Stark gibi yeni üyeler katıldı. Crichton, bir şekilde bu yeni karakterlerin mizacına da uyum sağlamakta zorlanmadı. Ancak macerasına asıl yön veren olay tekinsiz Barış Muhafızları komutanı Scorpius‘un sahneye çıkması oldu. Siyah renkli koruyucu deri elbisesi içinde son derece karizmatik görünen ve aslında iki uzaylı türün bir karışımı olan Scorpius, Crichton’ın ezeli düşmanı rolüne büründü. Amacı ise Crichton’ın beynindeki solucan deliklerine dair bilgilere ulaşabilmekti. Bunun için Crichton’ın beynine bir çip yerleştirmekten bile çekinmedi. Bu aşamadan sonra Crichton, beynindeki Scorpius ile mücadele etmeye de başladı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, üçüncü sezonla birlikte sahneye bir Crichton daha sürüldü. Üstelik diğer John da uzun bir süre boyunca hayatta kaldı ve hangi karakterin orijinal Crichton olduğu belirgin değildi.
Dizinin sonlarına doğru Crichton, hem Barış Muhafızları ve Scarran’larla hem de birçok vahim durumla yüzleşmek zorunda kaldı. Ayrıca Barış Muhafızları’nın yeni komutanı Grayza da (Rebecca Riggs) dizinin akışında önemli bir konuma yükseldi. Daha da ilginci Crichton, birkaç mürettebat üyesiyle birlikte o çok arzuladığı Dünya’ya dönmeyi de başardı. Ne var ki sonuçlar kendisi açısından çok da tatmin edici olmadı. Zira tüm bu maceralar sonrası ya kendisi çok değişmişti ya da dünya, bildiği o eski dünya değildi.
Kısacası John Crichton, içine düştüğü galaksinin acımasızlığına rağmen insanlığını ve ahlaki değerlerini korumaya çalışan, bunu yaparken de zor seçimlerle karşı karşıya kalan unutulmaz bir karakter olarak bilimkurgu tarihine geçti. Bu seçimler yalnızca kendisinin değil, çevresindekilerin de kaderini etkiledi. Özellikle solucan deliği hakkında sahip olduğu bilgi, onu hem bir tehdit hem de bir umut kaynağına dönüştürdü. Neyse ki hep doğrudan ve barıştan yana tavır takınarak insanlığını korumayı bildi. Üstelik bunu da evden çok uzakta, bambaşka bir galakside mahsurken başardı…