Stargate televizyon zincirinin son halkası olarak 2 Ekim 2009 tarihinde Syfy kanalında yayın hayatına başlayan Stargate Universe, daha ilk bölümüyle Stargate SG-1 ve Stargate Atlantis‘ten alışık olduğumuz konseptin dışına çıkılacağının sinyallerini veriyordu. Diğer dizilere oranla daha karanlık ve daha kasvetli bir atmosfer çizen yapım, bu özelliğiyle Stargate müdavimlerini bir hayli şaşırttı. Ancak bu keskin farklılığına rağmen dizinin pilot bölümü 2.5 milyon seyircilik bir izlenme oranına ulaştı. Elbette bu başarısının ardında kökleşmiş Stargate markasını taşıyor oluşunun da payı büyüktü. Ne var ki bu başarılı manzara bölümler ilerledikçe yavaş yavaş dağılmaya başladı. Dizinin izlenme oranları her geçen bölüm biraz daha düşüyor ve diziye yönelik eleştiriler de katlanarak artıyordu.
Özellikle daha önceki Stargate dizilerinde denenmemiş olan anlatım tarzıyla Stargate Universe, daha ilk sezonunun sonunda sabit seyirci kitlesinin önemli bir kısmını kaybetmişti bile. Her ne kadar yapımcılar, eski serilerden tanıdığımız isimleri diziye konuk oyuncu olarak dâhil edip seyircideki yadırgama duygusunu gidermeye çalışsa da, bu hamleler de bir işe yaramadı ve beklenildiği üzere ikinci sezonun ortasında dizinin iptal edildiği haberi geldi. Resmi mitolojinin bir parçası sayılmayan Stargate Infinity adlı animasyon seriyi bir kenara koyarsak, Stargate Universe yayın hayatı en kısa süren Stargate dizisi olarak tarihe geçti. İptal kararından sonra başlatılan hayran kampanyaları da sonuç vermeyince, dizi sessiz sedasız tarihin tozlu raflarındaki yerini almış oldu… Bu iptalin arkasında yatan nedenlere değinmeden önce, dilerseniz işe dizinin mitolojisini anlatmakla başlayalım.

Öncül dizilerden de aşina olduğumuz üzere, Stargate mitolojisinin odağında Yıldız Geçidi adı verilen teknolojik bir cihaz bulunur. Kadimler denen ve fiziki bedenlerinden bağımsızlaşıp saf enerji formuna dönüşmeyi başarmış bir türün keşfi olan bu teknoloji, yapay solucan delikleri yaratarak galaktik bir telefon ağı gibi pek çok gezegeni birbirine bağlar. Bu sayede ışık hızıyla bile ulaşmanın akıl kârı olmadığı mesafeler kolayca aşılabilir hâle gelir. Halka şeklinde olan ve üzerinde semboller bulunan bu cihaz, hedef gezegenin doğru sembol dizilimini girme esasına göre çalışır. Galaksi içi yolculuklar için yedi sembole gereksinim varken, galaksiler arası yolculuklar için bu sayı sekize çıkar. Ancak tuhaf bir şekilde, tüm geçitler dokuz sembol dizilimini destekleyecek nitelikte tasarlanmıştır. Daha önce kimse dokuz sembollü bir adresi çeviremediği için bu durum gizemini uzun yıllar korumuştur. Gerek SG-1 gerekse Atlantis’te, Kadimlerin bu devasa geçit ağını nasıl kurduklarına dair tatmin edici yanıtlar verilmemiştir. Keşfedilen bazı Kadim belgelerinde, bu iş için uzaya çok sayıda gemi gönderildiğine ilişkin bilgiler olsa da, bunu doğrulayacak herhangi bir kanıta ulaşılamamıştır.
Yıldız Geçidi Komutanlığı, dokuzuncu sembolün gizemini çözmek adına Icarus adlı gizli bir projeye girişir ve bu amaçla P4X-351 gezegeninde bir araştırma üssü kurar. P4X-351’in seçilme nedeniyse dokuzuncu sembolü çevirebilmek için ihtiyaç duyulan muazzam enerji miktarını karşılayabilecek doğal özelliklere sahip oluşudur. Zira galakside bu özelliklere sahip çok fazla gezegen yoktur. Komutanlık tarafından projenin başına atanan Nicholas Rush, Kadim teknolojisinde uzman bir bilim adamıdır. Özellikle eşinin ölümünün ardından kendini tamamen bu projeye adamış ve hatta dokuzuncu sembolün gizemini çözmeyi takıntı hâline getirmiştir. Ancak tüm çabalarına rağmen belli bir noktada tıkanıp kalmış ve projenin ilerleyişi durmuştur. Neyse ki hiç umulmadık birinin imdadına yetişmesi gecikmez. Bu kişi, herhangi bir işte dikiş tutturamayan ve gününü video oyunları oynayarak geçiren Eli Wallace isimli asosyal bir gençtir. Tüm uyumsuzluklarına rağmen dâhi bir kişiliğe sahip olan Eli, Yıldız Geçidi Komutanlığı tarafından Prometheus adlı oyunun içine gizlenmiş bir bulmacayı çözünce Icarus Projesi’ne davet edilir.

“Tasarımı kelimenin tam anlamıyla Kadimler’e ait. Yolculuğuna yüzbinlerce yıl önce başlamış. Hiperuzay’a çıkmaksızın ışıktan hızlı gidebiliyor.” —Nicholas Rush
Nicholas Rush ve Eli Wallace’ın proje üzerindeki çalışmaları devam ederken üsse beklenmedik bir saldırı gerçekleşir. Saldırının failleri ise Stargate SG-1 dizisinden tanıdığımız Lucian İttifakı‘dır. Yıldız Geçidi Komutanlığı, Goa’uldlar’ın mutlak mağlubiyetiyle birlikte meydanı boş bulup iyice güçlenen bu dünya dışı haydutların saldırısı karşısında hazırlıksız yakalanır. Üsse yapılan bu ağır saldırı nedeniyle gezegenin çekirdeği de kararsızlaşmaya başlar. Tek çıkış yolu Yıldız Geçidini kullanarak başka bir gezegene kaçmaktır. Ancak Nicholas Rush, Eli Wallace’ın ortaya attığı fikirden yola çıkarak dokuz sembollü adresin çevrilmesini ister. Eli Wallace’ın ve Albay Everett Young‘ın tüm itirazlarına rağmen dokuz sembollü adres çevrilir ve üs teker teker boşaltılır. Yüze yakın asker ve sivilden oluşan bu grubu diğer tarafta Kader (Destiny) gemisinin beklediğindense kimsenin haberi yoktur…
Kendilerini bir anda Kader gemisinde bulan insanlar büyük bir şaşkınlık içindedir. Dahası, grubun askeri lideri Albay Everett Young da tahliye sırasında ağır yaralanmıştır. Artık Kader gemisinin mürettebatı hâline gelen ekibimiz, yaşanan ilk şokun ardından pek çok can sıkıcı gerçekle de yüzleşmek zorundadır. En az elli milyon yaşında olan ve Dünya’dan milyarlarca ışık yılı uzakta bulunan geminin yaşam destek sistemleri neredeyse çökmek üzeredir. Adlarından da anlaşılacağı gibi, dizinin ilk bölümleri bazı hayati gereksinimlerin temin edilmesi üzerine kuruludur. Bu gereksinimlerin başını ise hava, su ve enerji çekmektedir. Özellikle davetsiz misafirlerimizin gelişiyle beraber geminin enerji rezervleri tükenme noktasına ulaşır. Ancak kimsenin bilmediği bir gerçek vardır: Kader, enerjisini yıldızlardan çekmektedir…

Kader’in yıldızlardan enerji çekebilme özelliği, milyonlarca yıldır uzayda nasıl seyahat edebildiği sorusunun da cevabı niteliğindedir. Bunun yanı sıra ekip, yolculukları boyunca diğer başka soruların da cevabına ulaşır. Buna göre Kader, Kadimlerce 50 milyon yılı aşkın bir süre önce Dünya’da inşa edilip fırlatılmış bir araştırma gemisidir. Kadimler, Kader gemisini fırlatmadan önce ulaştıkları gezegenlere yıldız geçitleri bırakmaları amacıyla tohum gemileri göndermiştir. Kader ise tohum gemilerinin izini takip ederek işaretlenen bu yabancı gezegenlerde incelemeler yapmaktadır. Zaten ilk sezonun belli başlı konularından biri de tohum gemilerinden aldığı verilerle belli bir rotada otomatik olarak ilerleyen Kader’in kontrolünü ele geçirme çabalarıdır. Zira gemiyi kontrol edebilmek ekip için büyük bir avantaj anlamına gelmektedir. Bu amaçla incelemelerini sürdüren Rush, kısmen de olsa geminin kontrolünü sağlamayı başarır ama ekip içi çatışma ve güvensizlik ortamı nedeniyle bunu mürettebattan gizler.
Gerçekten de Stargate Universe’ü seleflerinden ayıran en önemli fark, işlediği bu çatışma ve güvensizlik atmosferidir. Kendilerini ansızın bir hayatta kalma mücadelesi içinde bulan ekip, çok geçmeden hiziplere ayrılmaya başlar. Daha çok asker-sivil kutuplaşması üzerinden seyreden bu parçalanma, zamanla yönetimi ele geçirme savaşımına dönüşür. Bu ise Stargate izleyicilerinin alışık olmadığı bir durumdur. Söz konusu anlatıyı 15 sezonluk ekip içi bağlılık konseptini yıkmaya yönelik atılmış cesur bir hamle olarak ele alsak bile, işleniş biçiminin özgünlüğü tatmin edici olmaktan uzak kalmıştır. Öyle ki dizi, Battlestar Galactica‘ya benzemeye çalışmakla bile itham edilmiştir. Gerçekten de iki yapım arasındaki benzerliklerin görmezden gelinemeyecek kadar çok olduğu söylenebilir. Özellikle çıkarcılıkları, sinsilikleri ve bencillikleri açısından, Universe’ün Nicholas Rush’ı ile Battlestar Galactica’nın Gaius Baltar‘ı arasında kayda değer uyuşmalar vardır. Aynı değerlendirmeyi Camile Wray (SGU) ile Laura Roslin (BSG) karakterleri için de yapmak mümkündür. Her iki dizide de askeri kanadın darbe yapmaya çalışmasıysa başka bir örnek olarak karşımıza çıkar. Çekim tekniklerindeki benzerlikleri saymıyoruz bile. Neyse ki Stargate Universe mürettebatının peşinde bir Cylon ordusu yok, sadece Drone‘lar var!

Dizinin sönük geçen ilk sezonu, geminin kontrolünün sağlanması, yapay güneş sisteminin keşfi, Nakai türüyle ilk temas ve aralarında bir ajan olduğuna dair şüphelerin güçlenmesi gibi belli başlı konulardan oluşuyor. SG-1 ve Atlantis’in aksine, Stargate Universe’te çok fazla tür ve gezegen keşfiyle karşılaşamıyoruz. Bu da hiç kuşkusuz dizinin en büyük handikaplarından biri. Daha ziyade mürettebat arasındaki entrikalara, gönül oyunlarına ve çatışmalara odaklanılması, bir Stargate dizisi için fazlasıyla yanlış bir karar olarak göze çarpıyor. Oysa diziye dair genel beklenti, her bölümde farklı bir gezegende geçen olayların anlatıldığı ve dolayısıyla daha keşfe odaklı bir işleyiş sunması yönündeydi. Ancak bu beklentiler bir türlü karşılığını bulamadı ve dizi ekip içindeki keşmekeşliği tüm sezona yaymak gibi bir hata yaptı. Hatta birçok bölümünde, adında “Stargate” ibaresi geçmesine rağmen bırakın yeni gezegen keşfini, yıldız geçidi görmek bile mümkün olamıyor. Bu da izleyicinin yapıma olan ilgisini bir hayli düşürdü. Dahası, sezon finalinin Lucian İttifakı’nın gemiyi ele geçirme girişimlerine ayrılması da dizide yeni bir şeyler görme umudunun iyice azalmasına yol açtı.
Stargate evrenini bir bütün olarak ele alırsak, elbette dizinin bu muazzam mitolojiye çok önemli katkıları da oldu. Örneğin, yıldız geçitlerinin nasıl üretildiğine ve gezegenlere ne şekilde dağıtıldığına dair soru işaretlerini bütünüyle gidermeyi başardı. Zira bu, Stargate mitolojisinin en önemli gizemlerinden birini teşkil ediyordu. Yine Kader gemisinin asli görevine dair yapılan keşif de Stargate mitolojisi açısından son derece önemli bir kilometre taşıdır. Şöyle ki: Stargate cihazlarının icadından kısa bir süre sonra Kadimler, mikrodalga arkaplan ışıması‘nda bir örüntü (desen) keşfeder ve bu örüntünün doğal yollarla oluşamayacağını anlar. Bunun üzerine, söz konusu örüntünün olası bir mesaja işaret ettiğine karar kılarlar. Ancak mesaj parçalara ayrılmıştır. Bu sebeple bütün bir jenerasyonun çabasını, amacı bu parçaları bulmak, birleştirmek ve mesajı tamamlamak olan Kader gemisinin inşasına kanalize ederler. Kısacası Kader, tüm evrene dağılmış kırıntıları toplayarak büyük patlamanın ardındaki zekâyı bulmaya çalışmaktadır. Bir başka deyişle, evrenin yaratıcısını aramaktadır…

Sönük geçen ilk sezonunun ardından, dizinin ikinci sezonu da söz konusu basmakalıp anlatıyı yineliyor. Yatıştırılamayan ekip içi çatışmaların devam etmesi bir yana, birinci sezon finalinde yaratılan bir yığın sorunun yeni sezonun ilk bölümünde üstünkörü geçiştirildiğine şahit oluyoruz. Öte yandan, ekibin Dünya ile tek bağlantı kaynağı olan İletişim Taşlarına yoğunlaşılması, karakterlerin geçmişlerine yapılan geri görümler ve ana kurgudan sapan yan anlatımların çoğalması gibi unsurlar, dizinin zaten kritik düzeylerde seyreden izlenme oranlarını daha da düşürdü ve ikinci sezonun ortasında beklenen iptal haberi geldi. Zaten izlenme oranlarındaki başarısızlığına bağlı olarak öteden beri dizinin yayın gününde değişikliklere gidiliyordu. Önce cuma günleri yayınlanan dizi, daha sonra salı gününe ve nihayetinde de pazartesiye itelenmişti. Yayın günündeki bu oynamaların, izlenme oranlarını daha da düşürdüğünü söyleyebiliriz. Ama kuşkusuz bu başarısızlığın ardındaki en büyük pay teknik ekibe ait.
Genel kapsamı itibariyle Stargate Universe, yapımcıların bir nevi deneysel Stargate dizisi gibi duruyor. Eğer Stargate çatısı altında değil de başlı başına bir dizi olarak sunulsaydı belki daha başarılı bile olabilirdi. Dolayısıyla Stargate Universe’ün bu haliyle Stargate çatısı altında kendine yer bulabilmesi zaten pek mümkün görünmüyordu. Elbette yapımcılar da bunun gayet farkındaydı ve yıllar içinde keskin hatlarla belirlenmiş olan Stargate olay anlatımında bilinçli bir kırılma yaratmak istediler. Kuşkusuz bu bir kumardı ve kaybettiler. İlginçtir ki iptal kararının ardından gelen bölümler, dizinin en dişe dokunur kısmını oluşturuyor. Ekip içi çatışmaların yavaş yavaş geri plana itilmesiyle zamanda yolculuk, paralel gerçeklikler gibi Stargate hayranlarının gözdesi konular gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Hatta dizi, akışsal anlamda belli bir senkronizasyona bile oturuyor. Fakat bunlar, geç kalınmış hamleler olarak dizinin yayın ömrünü uzatmaya yetmiyor.

Tüm evrenin varoluşsal anlamını ortaya koyma savıyla yola çıkan Stargate Universe, şüphesiz çok güçlü bir mitoloji potansiyeli taşıyordu. Üstelik içinde Kader gibi efsanevi bir gemi barındırması da dizi için büyük bir avantajdı. Ancak doğru şeyleri yanlış biçimde anlatmaya yeltenmesi sonucu aramızdan sessiz sedasız ayrılmak zorunda kaldı. Stargate mitolojisini topal bırakması bir yana, sonraki olası projelerin de önünü tıkadı ve Stargate evrenini derin bir uykuya yatırdı.