İlk günden itibaren Star Trek, tüm büyük bilimkurgu yapımları gibi politikti. Her zaman dünyayı açıklamaya ve gelecek için umut vermeye çalıştı.
Ne zaman yeni bir Star Trek dizisi veya karakteri ortaya çıksa ve içinde bir tür güncel sosyal mesaj içerse, kaçınılmaz olarak birileri diziden ve karakterden hoşnutsuz olduğunu belirtir. Bu tür yorumlarda bulunanlar genellikle dizinin çok politik hâle geldiğinden yakınır. Aslında orijinal seri de (TOS olarak bilinir) ABD’nin kültürel olarak karışık olduğu bir dönemde, 1960’larda ortaya çıktı. Kampüslerdeki öğrenciler Vietnam Savaşı’nı protesto ediyordu, hippiler her türlü yeni uyuşturucuyla zihinlerini açmaya çalışıyordu ve Amerika yeni filizlenen Sivil Haklar Hareketiyle bir kargaşanın ortasındaydı. İşte Star Trek böyle bir dünyada doğdu. Tüm diğer bilimkurgu yapımları gibi sadece gelecekle ilgili spekülasyonlar yapmakla kalmıyor, kendi zamanını da yansıtıyordu.
Cesurca İlerlemek
Star Trek’in yaratıcısı Gene Roddenberry, taslağını ülkedeki neredeyse tüm yapımcalara götürdü. Konseptini Horatio Hornblower (açık deniz maceraları ve Master & Commander’ı akla getiren) ve Wagon Train’in bir kombinasyonu olarak ortaya koyuyordu. Karakterler eski kaşifler gibi riskler alacak ve bunu uzayın sonsuz boşluğunda yapacaklardı. Sayısız reddedilişin ardından, sonunda cesur girişimci Lucille Ball‘un yapım şirketi Desilu projeyi onayladı. Star Trek’in ilk bölümü yayımlandığında her açıdan bir devrimdi. İlk ve en belirgin olanı, Atılgan‘ın köprü ekibiydi. Teğmen Uhura (Nichelle Nichols) adında siyah bir kadın ve Hikaru Sulu (George Takei) adında Japon bir adam vardı. Bu hamle, dizide herkesin eşit olduğunu pekiştirmekle kalmadı, aynı zamanda çığır açıcı ve cesur diye nitelendirildi.
Amerika’nın Japonya’ya atom bombası atmasından 20 yıl sonra bir Japon pilotun dizide yer alması büyük bir olaydı. Sivil Haklar Hareketi sırasında bir Afro-Amerikalıyı (özellikle de bir kadını) güçlü bir konumda göstermek de aynı şekilde cesaret timsali bir hareketti. Dizi, 2. sezonda Rus yardımcı pilot Pavel Chekov‘u (Walter Koenig) tanıtarak büyük bir bildiri daha yayımlamış oldu. Zira o dönemde Ruslar, hâlâ düzenli bir şekilde kötü adam olarak tasvir ediliyordu. 1984’teki Kızıl Şafak gibi gerici filmlerle bu durum uzun süre de değişmeyecekti. Holokost’tan 20 yıl sonra ana karakter James T. Kirk (William Shatner), Yahudi mirasına sahip bir aktör tarafından canlandırıldı ve en iyi arkadaşı Spock (Leonard Nimoy) da öyleydi. Atılgan mürettebatı aslında birleşik bir insan ırkını tasvir ediyordu.
Daha Önce Hiçbir İnsanın Gitmediği Yerler
Cinsiyet de ırk kadar eşit olarak tasvir edilmişti. Kadınlar sadece ana köprü mürettebatının bir parçası değildi, aynı zamanda geminin her yerindelerdi. Hemşire Chapel (Majel Barrett), Dr. McCoy (DeForest Kelley) kadar unutulmaz bir karakterdi. Mürettebatın giydiği kostümler bile devrim niteliğindeydi. Kadın üniformalarının go-go botları ve mini etekleri bugün modası geçmiş görünse de, Yeoman Janice Rand‘ı (dokuma arı kovanı saç modeli ile ünlü) oynayan Grace Lee Whitney gibi yıldızlara göre o zamanlar için cesurcaydı. Dizinin gösterime girdiği 1966’da, bir kadının kredi kartı alabilmesine daha sekiz yıl vardı. Feminizm emekleme dönemindeydi. Televizyondaki kadınlar büyük, kabarık etekler giyerek mükemmel birer ev hanımı olarak lanse ediliyordu. Böyle bir zamanda Star Trek, kadınların son derece modern ve savaş yıllarının anaerkilliğinden ziyade zamanın gençliğini yansıtan bir şekilde giyinmelerine izin veriyordu. Ayrıca kadınlar, erkek karakterler tarafından cinsel bir obje olarak görülmüyordu ve bu o zamanlar için kesinlikle ileri görüşlüydü.
Uhura’nın siyahiliği, kadın olmasının da ötesinde son derece önemliydi. Hatta Nichelle Nichols, bir partide Martin Luther King Jr. ile Star Trek üzerine sohbet bile etmişti. Sohbet esnasında Nichols, Star Trek’teki rolüne dair bazı çekincelerini belirtmiş, ancak King onu devam etmesi için desteklemişti. Diğer tüm popüler kültür kadınlarının aksine, televizyonda hizmetçi olma kalıbını kırmıştı ve devam etmesi gerekiyordu. Luther King’in tavsiyelerine uydu ve kendisini seyircinin zevkine ve tarihin sonsuz minnettarlığına bıraktı. Sonraki yıllarda Nichols, sadece kadın olduğu için değil, siyah olduğu için de yargılanmayan bir karakteri oynamaktan mutluluk duyduğunu açıkladı. Hatta NASA, kendi bünyesinde çalışacak uzay aşığı kadın gönüllüler ararken onun görsellerini kullandı.
5 Yıllık Görev
Sinema ve televizyonda sendikalaşma hareketlerinin hız kazanmasına daha 5 yıl vardı ve 1970’lerde Star Wars ile rekabete girilmemişti, Roddenberry’nin dizisi de böyle bir dönemde sadece 3 yıl devam edebildi. Aslında dizi Robert Bloch’tan Harlan Ellison’a kadar muhteşem bir yazar ekibi barındırıyordu. Bu büyük isimler ucuz, küçük bir diziyi alarak ona değer ve drama kattı. Bunu yaptıkları için de birçok Emmy ödülü kazandı. Kirk’ün bir Gorn ile yaptığı o meşhur dövüşte olduğu gibi bazı bölümler absürt bulunabilir, ancak Kirk ve ekibi, zihinsel kontrol sağlayan süper bilgisayarlara karşı da savaştı ve popüler bilimkurgunun unutulmaz sahnelerine imza attı. Hatta Yıldız Filosu’nun otoriterleştiği son derece politik maceralar bile yaşandı.
Ve eğer hâlâ Star Trek’in politik olmadığını düşünenler varsa, “Let That Be Your Last Battlefield” bölümünde anlatılanlara dönüp bir bakmalı. Kelimenin tam anlamıyla ortadan ikiye bölünmüş, yarı siyah/yarı beyaz uzaylılarla karşılaştığımız bu bölümde bir manifesto olduğunu görmemek mümkün değildir. Buradaki siyasi göndermeleri fark etmemek ya da reddetmek sadece cahillikle açıklanabilir. Kısacası Star Trek ve genel olarak bilimkurgu, en başından itibaren politikti. Oyuncular ve dizi ekibinin yıllar boyunca yaptığı bu katkılar sadece durumu pekiştirdi. Star Trek yalnızca kendi zamanının değil, tüm zamanların en cesur bilimkurgu dizilerinden biriydi: Dünya halkları arasındaki uyum, keşfetme ruhu, daha iyi olmaya çabalama, nesiller üstülük ve ütopik hedefler… Koyduğu hedeflere ulaşmaksa bizlere bağlı.