Yönetmenliğini Roland Emmerich‘in üstlendiği 1994 tarihli Stargate filmi, ardından gelen dizilerle bugün uçsuz bucaksız bir evrene dönüşmüştür. Film, 1928’de Mısır’da bulunan ve daha sonra gezegenler arası ulaşım sağladığı anlaşılan dünya dışı bir cihaza yoğunlaşır. Başarılı senaryosu, geçmişle geleceği aynı potada eritmesi ve genişlemeye müsait evreniyle çok geçmeden kalabalık bir hayran kitlesi edinir. Başta üçleme olarak düşünülse de, sonradan hikâyenin Stargate SG-1 adlı bir diziyle devam ettirilmesine karar verilir. Bu da sezonlar boyunca sürecek uzun soluklu maceraların kapısını aralar.
1997’de ekranlara merhaba diyen Stargate SG-1, gerçekten de filmin hemen sonrasını anlatarak açılış yapar ve bizleri filmde görüp hayran kaldığımız o evrene bir kez daha daldırır. Tamamen Stargate filminin senaryosu üzerine oturtulmasına rağmen, daha ilk bölümünde filmin mitolojisiyle yetinmeyeceğinin sinyallerini verir. Beklenen de olur ve çok geçmeden Yıldız Geçidi ağının tüm galaksiye yayıldığı anlaşılır. Artık dizinin önünde keşfe çıkılacak bambaşka dünyalar ve tanışılacak yepyeni uygarlıklar duruyordur. Elbette sinema perdesinden televizyon ekranına taşan bu serüvende birtakım değişikliklere gidilmesi de kaçınılmazdır.
Şimdi gelin Stargate evreninde bir yolculuğa çıkalım ve film ile dizi arasındaki bu farklılıklara şöyle bir göz atalım.
Yıldız Geçidi’nin Çalışma Mantığı
Film ile dizi arasındaki ilk ve en önemli değişiklik, Yıldız Geçidi’nin çalışma mantığında yapılan yeni düzenlemeler sonucunda ortaya çıkar. Bilindiği gibi Yıldız Geçidi, ışık yılları mertebesindeki devasa mesafeleri hızlıca aşabilmeyi sağlayan son derece gelişmiş ve sofistike bir teknolojinin ürünüdür. Bu akıl almaz hızın sırrı ise geçitler arasında açılan solucan deliklerinde yatar. Ancak yolculuk edebilmek için ulaşmak istediğiniz gezegenin adresini ve o anki konumuzu bilmek zorundasınız. Aksi takdirde Yıldız Geçitleri’ni çalıştıramazsınız. Bunu tıpkı bir telefon şebekesi gibi de düşünebilirsiniz. Sonuçta birine telefon etmek istiyorsak onun numarasını biliyor olmamız lazım, değil mi? İşte geçit adresleri, gezegenlerin bir nevi telefon numaraları gibidir. Her Yıldız Geçidi, üzerinde birtakım semboller barındırır ve bu sembollerin doğru sırayla girilmesi Yıldız Geçitleri’nin çalışmasını sağlar.
Başlangıç filmindeki Yıldız Geçidi’nde toplam 39 sembol olduğu görülür. Daniel Jackson’ın ortaya koyduğu mantığa göre, farklı bir gezegene ulaşabilmek için yedi sembole ihtiyaç vardır. İlk altı sembol varılacak hedefin uzaydaki konumunu belirtirken, yedinci ve sonuncu sembol ise başlangıç noktasını temsil eder. Gerçekten de fikri işe yarar ve geçit çalıştırılır. Ancak diğer taraftaki Yıldız Geçidi üstünde Dünya’dakine benzemeyen bambaşka semboller olduğu fark edilir. Bu da Dünya’ya geri dönebilmek için hummalı bir araştırma yapmalarına yol açar.
Stargate SG-1’da bu mantıktan kısmen uzaklaşılır. Yıldız Geçitleri’ndeki 39 sembol sayısı korunur, ancak her geçitte bambaşka ve benzersiz semboller olduğu fikrinden vazgeçilir. Dizide gördüğümüz tüm Samanyolu geçitlerindeki 38 sembol birbirinin aynısı olacak şekilde güncellenir. Geriye kalan o bir sembol ise bulunulan gezegene, yani başlangıç noktasına özgü olarak değişiklik gösterir. Örneğin Dünya’nın sembolü, üzerinde daire olan iki ayaklı bir üçgendir ve yalnızca Dünya geçidinde bulunur. Dolayısıyla Dünya’dan herhangi bir gezegene geçit açabilmek için yedinci sembol olarak girilmesi zorunludur. Aynı şekilde, başka bir gezegenden Dünya’ya dönebilmek için de Dünya’nın altılı sembolünü girmeniz ve son olarak da o an bulunduğunuz gezegenin kendine özgü sembolünü tuşlamanız gerekir.
Yıldız Geçitleri’ndeki sembollerin çalışma mantığını daha iyi anlayabilmek için buraya göz atabilirsiniz.
Ra’nın Kökeni
Stargate filminde Ra, nesli tükenmekte olan ve ölümü yenebilmek için evreni arşınlayan gelişmiş bir uzaylı olarak tasvir edilir. Bu uzun seyahati boyunca giderek zayıf düştüğü ve tam da umudunu yitirmek üzereyken bizimle, yani insanla karşılaştığı vurgulanır. M.Ö. 8.000 dolaylarında gerçekleşen bu ilk temas, insanlık tarihini de kökten değiştirir. Çünkü Ra, kolayca onarılabildiğini anlayınca insan vücuduna yerleşir ve gelişmiş teknolojisinin de yardımıyla kendisini tanrı ilan eder. Artık Ra’nın kölesi hâline gelen insanlık, maden ocaklarında çalıştırılmak üzere başka gezegenlere bile götürülür. Stargate filminde Ra’yı, henüz insan bedenine girmeden önceki özgün hâliyle görmek mümkündür. İki iri siyah gözleri, griye çalan ten rengi ve derin çizgilere sahip burunsuz yüzüyle hümanoid bir yaratık olarak karşımıza çıkar.
Uzun soluklu bir macera ortaya koymayı planlayan dizi yapımcıları, hem filmdeki bu sınırlayıcı hikâye örgüsünü açabilmek hem de sabit bir düşman türü yaratabilmek için Ra’nın kökeninde bazı değişikliklere gider. Dizide Ra, Goa’uld adı verilen asalak bir türün mensubu hâline getirilir. Üstelik tek de değildir, kendisi gibi daha pek çok güç sahibi Goa’uld’un olduğu ortaya çıkar. Gerçekten de dizi boyunca sayısız Ra benzeri varlıkla karşılaşırız: Anubis, Apophis, Ba’al, Seth, Nirti, Osiris, Sokar bunlardan sadece birkaçıdır.
Stargate dizilerinde herhangi bir açıklamaya yer verilmese de, daha sonradan yayımlanan bilgi kitapçıklarında bu uyuşmazlığa üstünkörü de olsa değinilmiştir. Buna göre Ra, ta en başından beri bir Goa’uld’dur ve insanlardan önce başka türlerle de karşılaşmıştır. Ölümün eşiğinde olduğu için de temas kurduğu her tür üzerinde deneyler yapmış, bedenlerine girip giremeyeceğini öğrenmeye çalışmıştır. Yolculuğu sırasında karşılaştığı türlerden biri de Asgard‘dır. Famrir adlı bir Asgard’ı konakçı olarak kullanmaya karar verir, ancak bütünleşme tam olarak başarıya ulaşamaz. Çünkü Asgard bedeni kendisi için uygun değildir ve kısa süre sonra birtakım komplikasyonlar meydana gelir. Öyle ki, içine girdiği Asgard bedeni gitgide deforme olup filmdeki şekle bürünür. Yani filmde gördüğümüz Ra, ölmemek için çaresizce Asgard bedenine girmiş hasta bir Goa’uld’dur.
Abydos Gezegeninin Konumu
Abydos gezegeninin Stargate evrenindeki rolü büyüktür. Ne de olsa ilk göz ağrıları unutulmaz. Stargate filminde büyük uğraşlar sonucu ulaşmayı başardığımız bu gezegen, Eski Mısır halkını andıran yerlileri, uçsuz bucaksız çölleri, Dünya’dakine benzer kadim yapılarıyla hepimizi cezbetmeyi başarır. Yıldız Geçidi’nin çalışma mantığını kavrayan ve gerekli sembol dizilimini bulmayı başaran kişi ise Daniel Jackson olarak tarihe geçer. Özellikle Yıldız Geçidi’nin ilk açıldığı o anı unutmak mümkün değildir. Hatırlanacağı üzere, filmde geçit kurulduktan sonra bir sonda gönderilir ve karşı tarafın neye benzediği anlaşılmaya çalışılır. Sondadan alınan verilerden hareketle de solucan deliğinin Kalium adlı çok uzak bir galaksiye açıldığı söylenir. “Kaliem” ya da “Kaliam” adıyla da anılan bu galaksi, gerçekte var olmayan kurgusal bir yerdir ve zaman zaman başka bilimkurgu yapımlarında da karşımıza çıkar.
Stargate SG-1, filmdeki bu bilgiyi yok sayar ve hatta Abydos’u Yıldız Geçidi ağındaki bize en yakın gezegen olarak tanımlar. Dahası, ilk başta sadece Abydos geçidiyle bağlantı kurabilmemizin nedenini de bu yakınlığa bağlar. Bilindiği üzere evren sürekli genişlemekte, Yıldız Geçitleri’nin referans aldığı gök cisimlerinin konumu da zaman içinde değişmektedir. Evrendeki bu genişlemenin etkileri mesafe arttıkça büyümekte, mesafe azaldıkça da küçülmektedir. İşte Abydos’u hâlâ çevirebilmemizin altında bu yakınlık yatmaktadır. Ağın çalışır durumda tutulabilmesi için evrendeki genişlemenin belirli aralıkla hesap edilip Yıldız Geçitleri’ne uygulanması gerekir. Normalde bu işlem DHD’ler sayesinde otomatik olarak yapılır. Ancak DHD’si olmadığı için Dünya’daki Yıldız Geçidi güncelleme alamamış, eski bir sürümde kalmıştır. Bu sorun daha sonra süper bilgisayarlar aracılığıyla aşılmıştır.
Filmde evrenin öbür ucunda olarak gösterilmesi, dizide ise tam aksine Yıldız Geçidi ağındaki bize en yakın gezegen diye tanımlanması Abydos’a dair bazı kafa karışıklıklarına yol açmıştır. Stargate SG-1’da bu durum, kendilerinden önceki bilim ekibinin yaptığı bir hasaplama hatasına bağlanır ve üzerinde fazla durulmaz. Zaten dizinin ortaya koyduğu kurgusal mantık dâhilinde Abydos’un başka bir galakside olması imkânsızdır. Çünkü galaksiler arası seyahat için sekiz sembollü bir adres dizilimi gerekmektedir ve üstelik bu tür galaktik bağlantılar muazzam düzeyde enerjiye mal olmaktadır.
İsim Değişiklikleri
Stargate filmi, konusu kadar oyuncu kadrosuyla da ses getirmeyi başarmış filmlerden biridir. Gösterime girdiği yıl beklentilerin üzerinde bir gişe performansı sergilemiş, sonrasında gelen dizilerle de MGM’in başat külliyatlarından birine dönüşmüştür. Filmde ünlü aktör Kurt Russell’ı Jack O’Neil, James Spader’ı da Daniel Jackson rolünde izleriz. Filmde Jack O’Neil karakteri, itaatkâr bir asker profili olarak karşımıza çıkar. Öte yandan karakter, oğlunu kaza kurşunu sonucu yitirmenin hüznüyle boğuşan acılı bir baba figürüdür de. Zaten Yıldız Geçidi görevini kabul etmesinin ve sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmasının altında da bu umutsuzluk duygusu vardır. Zira gerektiğinde kendi hayatından bile vazgeçebilecek biridir. Bu yaşanmışlıkların da etkisiyle nizama önem veren, asık suratlı bir tipleme olarak belirir.
Stargate SG-1 dizisinde de karakterimiz varlığını korur. Ancak bu sefer karaktere hayat veren Kurt Russell değil, vakti zamanında MacGyver rolüyle milyonların beğenisini kazanan usta aktör Richard Dean Anderson’dır. Bu oyuncu değişikliğinin etkisi daha ilk bölümde kendini gösterir ve filmdekinden epeyce farklı bir karakter izlememize yol açar. Karakterin hayat hikâyesi aynı kalsa da huyu suyu değişir. Artık neşeli, esprili ve ekip arkadaşlarına takılmaktan keyif alan bir tip vardır karşımızda. Bu farklılığa dikkat çekmek amacıyla olsa gerek, karakterin soyadına bir “L” harfi daha eklenerek küçük bir değişikliğe gidilir. Hatta Anderson’ın O’Neill’ı, dizinin birkaç yerinde Kurt Russell’ın O’Neil’ına gönderme yapmaktan bile çekinmez.
Karakter adlarında yapılan değişiklikler bunlarla da sınırlı değildir. Filmde O’Neil’ın eşinin adı Sarah’ken dizide Sara olur. Yine çiftin filmde ölen oğulları Tyler’ın adı dizide Charlie olarak değiştirilir. Bitmedi, Daniel Jackson’ın Abydos’ta tanıştığı ve sonradan evlendiği Sha’uri de dizide Sha’re’ye dönüşür. Bunlar ufak değişiklikler gibi gelse de, aynı evrende geçen bir yapım için ilginç tercihlerdir. Ayrıca filmde, Yıldız Geçidi cihazının Creek Dağı’ndaki bir askeri tesiste tutulduğu söylenir. Aynı yer olmasına rağmen dizide tesisin adına da müdahale edilmiş ve Cheyenne Dağı Askeri Kompleksi şeklinde güncellenmiştir.
Solucan Deliğinde Yolculuk
Stargate yapımlarındaki en heyecanlı şeylerden biri de karakterlerimizin solucan deliği içinde yolculuk yaptığı o unutulmaz anlardır. Geçitten girer girmez moleküllerinize ayrılır ve ardından da yıldızlardan, nebulalardan oluşan bir girdabın içine dalarsınız. Diğer Yıldız Geçidi’nden çıkışta molekülleriniz tekrar birleştirilir ve yolculuğunuz da nihayete erer. Hafif bir baş dönmesinin yanı sıra yüzünüzde kısmi bir buzlanma oluşur ve bunlar normal karşılanır. İlk kez Stargate filminde deneyimlediğimiz bu görsellik, Stargate SG-1 dizisinde de korunmuş ve filmdeki aslına sadık kalacak şekilde ekrana getirilmiştir.
İlk birkaç bölüm boyunca gördüğümüz seyahat sonrası meydana gelen yüzde buzlanma olgusu ise daha sonra dizinin rutininden çıkartılmıştır. Kimine göre bunun nedeni bütçe tasarrufu, kimine göre de Samantha Carter’ın Yıldız Geçidi üzerinde yaptığı iyileştirmelerdir.
Ancak solucan deliğinde yolculuk konseptindeki asıl değişiklik dokuzuncu sezonla birlikte ortaya çıkar. Başlangıç filminden miras kalan görsellik terk edilir ve modern zamanın CGI teknolojisine uygun olarak yeniden ele alınır. Bu yeni düzenlemede solucan deliğine mavi renklerin egemen olduğu görülür ve o sıralarda devam eden Stargate Atlantis’tekine benzer bir solucan deliği tasarımına geçiş yapılır. Dizinin gelişen teknolojiye ayak uydurması olağandır, ancak bu ani değişikliğin seyircilerde kısa süreli bir şaşkınlığa yol açtığı da bilinmektedir.