Nicholas-Rush-stargate-universe

Stargate’in Gaius Baltar’ı: Nicholas Rush

Bilimkurgu dünyasının efsanevi külliyatlarından biri olan Stargate, Stargate Universe ile evrenin karanlık ve gizemli köşelerine doğru cesur bir adım attı. 2009 yılında yayımlanmaya başlanan dizi, Stargate SG-1 ve Stargate Atlantis‘in aksine daha karanlık, dramatik ve karakter odaklı bir anlatıma sahipti ve Stargate hayranlarının zihninde farklı bir yer edindi. Yıldızlararası bir macera olmasının yanı sıra karakterlerin kişisel mücadeleleri üzerine yoğunlaşarak izleyiciyi her bölümde derin bir gerilim ve merakla baş başa bıraktı. Ancak bu durum, öteden beri süregelen Stargate anlatısıyla pek de bağdaşmadığı için hayranlarda karşılığını bulamadı ve beklenildiği üzere dizi ikinci sezonunun ardından iptal edildi.

Stargate Universe, kendilerini Dünya’dan çok uzaktaki Destiny (Kader) gemisinde bulan bir ekibin maceralarını anlatıyordu. Böylesi çetrefilli bir durumun içine düşen kahramanlarımız, bir yandan gemiyi kontrol etmeye çalışıyor, diğer yandan da hiziplere bölünüp birbiriyle didişiyordu. Tüm bu curcunaya rağmen içinde bulundukları Kadim gemisinin sıra dışı bir amacı vardı: Büyük Patlama’nın ardındaki zekâyı çözmek… Ne var ki bu varoluşsal gizem, mürettebat arası uyumun bir türlü sağlanamaması yüzünden sık sık geri planda kaldı. Bu iç çatışmanın başrolünde ise Nicholas Rush vardı. Robert Carlyle tarafından canlandırılan karakter, çıkarcılığı, sinsiliği ve bencilliği ile Battlestar Galactica’nın Gaius Baltar‘ını akıllara getiriyordu. Zira İkisi de hırslı ve gizli gündemleri olan tiplemelerdi. Olayların başlangıcında etkin rol oynuyorlardı ve işlerin bu noktaya gelmesindeki en büyük pay da kendilerine aitti. Stargate Universe‘ün bu önemli ve etkili karakterini daha iyi anlayabilmek için gelin hayat hikâyesine bir göz atalım…

Nicholas Rush, İskoçya’nın bir kıyı kasabasında, sıradan bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu boyunca, ailesinin maddi zorlukları ve toplumun alt tabakasına ait olmanın getirdiği baskılarla karşılaştı. Ancak bu zorluklar, onu şekillendiren ve bilime yönlendiren temel etkenler oldu. Küçük Nicholas sıradan bir çocuk değildi, yaşıtlarından çok daha meraklıydı. Doğaya, yıldızlara ve evrenin işleyişine dair bitmek bilmeyen sorular sorması, gelecekte büyük bir bilim insanı olacağının erken göstergesiydi. Rush’ın bilimle ilk ciddi teması, ailesinin ona doğum günü hediyesi olarak aldığı teleskopla gerçekleşti. Geceleri İskoçya’nın temiz ve yıldızlı gökyüzü altında saatlerce oturuyor, yıldızları inceliyor ve evrenin sonsuzluğuna hayranlıkla bakıyordu. Bu basit teleskop hayal gücünü ateşledi ve evrenin derinliklerine olan ilgisini körükledi. Lise yıllarında ise matematik ve fizik derslerinde gösterdiği üstün başarılar sayesinde öğretmenlerinin dikkatini çekti.

Oxford Üniversitesi’ni kazandığında yeni fikirlerle ve bilimsel teorilerle dolu bir dünyaya adım attı. Ancak bu süreç, onun için hem büyüleyici hem de zorlu geçti. Sosyal açıdan üniversite ortamına uyum sağlamakta zorlandı; arkadaş edinmek yerine zamanını laboratuvarlarda ve kütüphanelerde geçirmeyi yeğledi. Onun için bilim sadece bir meslek değil, bir kaçış yolu; zihnini rahatlatan bir uğraştı. Bu izolasyon, ilerleyen yıllarda sosyal ilişkilerinde yaşadığı zorlukların da temelini oluşturdu.

Üniversite sonrası akademik kariyerine hızlı başladı. Yetenekleri ve zekâsı, çeşitli prestijli araştırma projelerinde yer almasını sağladı. Ancak o sıralar kişisel hayatında büyük bir dönüm noktası yaşandı: İleride eşi olacak Gloria ile tanıştı. Gloria, Rush’ın sert ve mesafeli dış kabuğunun altında yatan insani duyguları ortaya çıkaran nadir insanlardan biriydi. Onunla geçirdiği yıllar, belki de Rush’ın hayatındaki en mutlu dönemdi. Ancak Rush, Gloria’nın ölümcül bir hastalığa yakalanması ve uzun yıllar bu hastalıkla boğuşması yüzünden çok yıprandı. Zorlu zamanların ardından karısını kaybetmesi, Rush’ın içinde büyük bir boşluk yarattı ve bu boşluk, bilimsel çalışmalara daha da saplantılı bir şekilde bağlanmasına yol açtı. Gloria’nın ölümünden sonra kendini tamamen işine adadı. Artık bilim, onun için sadece bir tutku değil, aynı zamanda bir kaçış yoluydu.

Stargate Programı‘na bu dönemde dâhil oldu ve Kadim teknolojilerini incelemeye başladı. Bu çalışmalar onun için büyük bir fırsattı, ancak daha da içine kapanmasına, çevresindekilerle olan ilişkilerinin zayıflamasına zemin hazırladı. Bilginin ve keşfin getirdiği güçle büyülense de iyice yalnızlığa sürükleniyordu. Bilhassa da dokuzuncu sembolün gizemini çözmeyi kafasına koymuştu. Ancak tüm çabalarına rağmen belli bir noktada tıkanıp kalmaktan kurtulamıyordu. Neyse ki tam bu noktada hiç umulmadık birinin imdadına yetişmesi gecikmedi. Bu kişi, herhangi bir işte dikiş tutturamayan ve gününü video oyunları oynayarak geçiren Eli Wallace isimli asosyal bir gençti. Tüm uyumsuzluklarına rağmen dâhi bir kişiliğe sahip olan Eli, Yıldız Geçidi Komutanlığı tarafından Prometheus adlı oyunun içine gizlenmiş bir bulmacayı çözünce Icarus Projesi’ne davet edildi ve onun gelişiyle birlikte projenin çehresi de değişmeye başladı.

Rush, Destiny gemisinin keşfiyle beraber hayatındaki en büyük amaca da kavuşmuş oldu. Bu antik gemi, onun için bir tapınak, bir laboratuvar ve aynı zamanda bir hapishane hâline geldi. Gemiyle olan ilişkisi, zamanla bir saplantıya dönüştü. Destiny, Rush’ın en büyük zaferlerine tanıklık ettiği gibi en büyük düşüşlerine de sahne oldu. Gemiyle olan bağını güçlendirmek ve sırlarını çözmek için her şeyi yaptı; bu uğurda ekip arkadaşlarının güvenini kaybetmeyi bile göze aldı. En fazla takıştığı kişiler ise ekibin askeri lideri Everett Young, dâhi çocuk Eli Wallace ve sivil yetkili Camile Wray‘dı. Amacı doğrultusunda hiçbir otoriteyi tanımama eğilimi, gemideki hem askeri hem de sivil tarafın hışmına uğramasına yol açtı. Özellikle Eli Wallace’a karşı sergilediği küçümseyici tavır, bir çeşit kıskançlığın da göstergesi niteliğindeydi.

Destiny’nin kontrolünü ele geçirme arzusu, aslında içindeki kontrol edemediği duyguların, acıların ve kayıpların bir yansımasıydı. Bilimsel dehasıyla birçok kez ekibi kurtardı, ancak bu başarılar bile içindeki boşluğu dolduramadı. Karısını kaybettikten sonra yaşadığı acı, bilime olan saplantısını körüklemiş ama bu saplantı ona huzur değil, daha fazla yalnızlık getirmişti. Dizinin ilerleyen bölümlerinde kendi karanlık taraflarıyla yüzleşti. Belki geminin kontrolünü ele geçirmekten vazgeçmedi, ancak sırlarını tek başına çözmeye çalışmanın ruhunda yarattığı tahribatı fark etti. Öyle ki, etrafında kendisini seven kimse kalmamıştı. Hatta bir keresinde ekip arkadaşlarınca ıssız bir gezegende ölüme bile terk edildi.

Sonuç olarak Nicholas Rush, yıldızların arasında kaybolmuş bir ruh, evrenin sırlarına ulaşmak için her şeyi göze alan bir kâşif ve kendi karanlığında yolunu bulmaya çalışan acılı bir insandı. Dizinin kurgusuna göre Destiny, şu sıralar galaksiler arası engin boşluğu geçmekle meşgul. Gönüllü olarak geride kalmayı kabul eden Eli Wallace dışındaki tüm ekip üyeleri ise derin uykuda. Onlardan biri de Nicholas Rush. Kim bilir, belki de uykusunda eşi Gloria ile geçirdiği o mutlu günlerin hayalini görüyor. Ya da belki aklında bambaşka planlar, projeler var. Bunu kestirmek zor, çünkü o tam da böyle biri zaten…

Yazar: İsmail Yamanol

Amatör bir düş gezgini, saplantılı bir bilimkurgu hayranı. Kuruculuğunu ve genel yayın yönetmenliğini üstelendiği Bilimkurgu Kulübü'nde at koşturmayı sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

pantheon

İkinci Sezonuyla Pantheon

2022 yılında AMC+ çatısı altında yayımlanan Pantheon, ilk sezonuyla başarılı bir grafik çizmişti. Kıyamet Üçlemesi’ne …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin